Alihan Töre Saguni ve “Tarihi Muhammediye” adlı eseri

SAGUNI

 

Özbek bir aileye mensup olan Alihan Töre Sağunî, 1885 yılında Kırgızistan’ın Tokmak (eski Balasagun) şehrinde doğdu. İlk tahsilini kendi memleketinde yaptıktan sonra Mekke, Medine, Buhara gibi ünlü İslâm merkezlerinin mektep ve medreselerinde tahsil gördü. 1914–1916 yıllarında Çarlık Rusya’sının Türkistan’ı işgaline karşı mücadele etti. 1. Dünya Harbi yıllarında gençlerin askerlik için Rus ordusuna gönderilmemesi, Osmanlı askerine kurşun atılmaması yönünde telkinlerde bulundu. Altı defa hapsedildi. Komünizmin baskılarından ötürü 1930 yılında Doğu Türkistan’ın Kaşgar şehrine göç etti. Önce Rus sonra da Çin ordusunun Doğu Türkistan’ı işgaline karşı organize olan Doğu Türkistanlıların önderliğini yaptı ve bu uğurda mücadele etti. Pek çok askerî operasyonda komutanlık yaptı. 1944 yılındaki Gulca Zaferi’nden sonra kurulan Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı seçildi, millî ordu başkomutanı oldu ve mareşal unvanı aldı. 1944–1945 yılları arasında bu görevi sürdürdü. Orada kalması imkânsız hâle gelince 1945 senesinde bir görüşme için Rus Konsolosluğu’na çağrılarak tutuklandı ve Özbekistan’a sürüldü. Bu tarihten itibaren hayatının son yıllarına dek İslâm’a ve millî kültüre hizmet yolunda büyük gayretler sarf etti. 1976’da Taşkent’te vefat etti. Şeyh Zeyneddin Baba Mezarlığı’na defnedildi. Özbekistan bağımsızlığına kavuştuktan sonra Taşkent’teki iki cami, bir lise, bir mahalle ve sokağa adı verildi.

Askerî ve siyasî kimliğinin yanında Sağunî’nin ilmî yönü de dikkat çekicidir. O, çeşitli eserler kaleme alarak ilim alanına da ciddi katkılarda bulunmuştur. O, Tarih-i Muhammedî, Türkistan Kaygısı, Şifaü’l-ilel gibi kitaplar telif etmiştir. Emir Timur’un “Timur Tüzükleri”, Derviş Ali Çengi’nin “Musika Risalesi”, Ahmet Dâniş’in “Nevadirü’l-Vakayi'” adlı eserlerini Farsçadan, Herman Vambery’nin “Buhara veya Maveraünnehir Tarihi” eserlerini de Osmanlıcadan Özbekçeye tercüme etmiştir. Şairlik yönü de olan Sağunî’nin basılmamış bir de divanı mevcuttur. Onun “Köklem Körinişi/Bahar Tasviri”; “Bahtlık nedir?/Mutluluk Nedir” ve “Üzme Ümiding/Ümidini Kırma” başlıklı şiirleri Türkçe tercümeleri ile birlikte Yağmur dergisinde (Sayı 35 Nisan-Haziran 2007; 38 Ocak- Mart 2008; 41, Ekim-Aralık 2008) yayımlanmıştır. “Bahtlık nedir?” şiirinin muhtevası müellifin hayatta izlediği, uğrunda mücadele verdiği ideali yansıtmaktadır. Ona göre mutluluğa giden yol elbette ilim ve hünerden geçer, ama bunlar, Yaradan’a inanç olmadan asla elde edilecek şeyler değildir. Mutluluğa giden yolu bize öğreten de Hz. Muhammed’dir (sallallahu aleyhi ve sellem). Hakiki bahtiyarlığa ermek için onun yolundan gitmek, “Din-i Muhammedî”ye sıkı sıkıya sarılmak gerekli ve yeterlidir.

Tarih-i Muhammedî Adlı Eseri
Bu eser, 1957–58 yıllarında yazılmış. O dönem Sovyetler Birliği’nin kuruluşunun 40. yılı olup dünyaya yeniden meydan okumaya başladığı zaman dilimiydi. Sovyetler, ülke içinde sert yönetim usullerini uygulamaya devam ediyordu. 2. Dünya Harbi yıllarında birazcık gevşemiş olan dinî baskı yeniden güçlenmişti. Komünist Parti dinî inançların köklerini kurutmak ve tamamıyla ateist bir toplum oluşturmak gibi bir hedef belirlemişti. Bu hedefini gerçekleştirmek için kadrolar oluşturdu. Bu çerçevede ibadethaneler kapatıldı, ibadet etme yasaklandı, insanların dinî faaliyetleri engellendi. Din düşmanı olmak bir meslek hâline getirildi. Tarihî cami, medrese gibi dinî önem taşıyan kültür eserleri yerle bir edildi. Tarih-i Muhammedî kitabı işte tam bu sırada ve şartların Müslümanlar için böyle ağırlaştığı bir ortamda milletin mânevî değerlerini ve dinî düşünceyi koruma adına yazıldı.

Kitap, Çağatay Türkçesinde, Arap alfabesiyle önce müsvedde olarak kâğıt evraklara yazılmış, sonra temize aktarılmıştır. Müellifin hüsnühat sahibi olan oğlu Muhammedyâr sonradan o defterlerden iki ciltli bir kitap oluşturmuştur. Tarih-i Muhammedî’nin basımında bu iki ciltli elyazması esas alınmış; ancak basım aşamasına ulaşıncaya kadar 30 yıldan fazla saklanmıştır. Matbaa, fotokopi ve daktilo makinelerinin kontrol altında tutulması sebebiyle de basılamamış, çoğaltılamamıştır. Güvenilir bir hattatla anlaşarak, yedek nüsha oluşturma girişiminde bulunmuşlar; ama müellifin 1976’da vefat etmesinden sonra bu iş yarım kalmıştır. Geniş kitlelere hitap edebilmesi için eserin Kiril alfabesine aktarma teşebbüsleri olmuş; ancak bu da mümkün olmamıştır.

Müellifin vefatından hemen sonra, bu elyazması esere ve Sağunî’nin kütüphanesine Özbekistan İlimler Akademisi talip olmuş; fakat vârisleri bunu kabul etmemişler. Zorla almaya kalkışırlar korkusuyla oğlu Kutlukhan Bey teneke kutu yaptırarak kitabı ve diğer el yazılarını içine koyup, avlunun bir kenarında toprağa gömmüş. Her yağmur yağdığında, tedirgin olmuş, gece yarılarında toprağı kazarak gömülenlerin ıslanıp ıslanmadığını kontrol etmiş, daha sonra topraktan çıkararak un çuvalları içinde de saklamış.

1988 yılında bir gün evin salonunda uyuya kalmış olan Kutlukhan Bey sertçe bir sesle uyanmış. Bakmış ki, babasının duvarda asılı olan portresi hemen başının yanına düşmüş, ağır resim çerçevesi divana saplanmış, başı kıl payı kurtulmuş. O bunu, kitap için harekete geçme zamanına bir işaret olarak kabul edip, kitabın basımı için çalışmaya koyulmuş. Gece yarılarından sabahlara kadar sürekli çalışarak eseri Kirilceye aktarmış ve basıma vermiş. Bu işi yaparken hiçbir yorgunluk ve bıkkınlık hissetmemiş, aksine sahifeden sahifeye, başlıktan başlığa geçerken inanılmaz bir zevk ü şevke kapılmış. Bu işi yaparken eşi Merhametay Osmankızı da kendisine destek olmuş.

Kitap baskı aşamasına geldiğinde Özbekistan’da şartlar müsait olmadığı için bir Eston-Amerikan firması olan “Bulak” yayın şirketiyle anlaşma yapılarak yayın evinin Taşkent’teki şubesi tarafından Özbekistan’da 80 bin adet bastırılmış. Basımdan sonra depolama ve dağıtım işi de vârislerine düşmüş. Kutlukhan Bey yayın şirketiyle anlaşarak evini depo, kendini de depo müdürü yaptırmış. Kitapları garaja ve evin odalarına depolamış, sonra da gizlice dağıtmaya başlamış. Kısa süre sonra Özbekistan devlet televizyonunda eser hakkında bir söyleşi olmuş. Vârisler kısa bir istişareden sonra, “sırrımız” artık fâş olmuşken gizlenmekte fayda yok diyerek kendilerini ilân etmişler. Büyük ilgi toplayan bu eser dört defa neşredilmiş, ayrıca Kazakçaya, Tacikçeye ve Uygurca’ya da tercüme edilmiş. Şimdi ise Özbekçe beşinci baskısının hazırlıkları yapılmaktadır.

Tarih-i Muhammedî adlı kitap, adından da anlaşılacağı üzere Peygamberimiz’in hayatını anlatmaktadır. Şüphesiz ki İslâm’ın 1400 küsur yıllık tarihi boyunca Efendimiz’in (sas) hayatı ve faaliyetleri konusunda çeşitli dillerde muhteşem bir külliyat oluşmuştur. Ancak bu eser, fıkhu’s-sire türündendir. Yani tarihî hâdiseler anlatıldıktan sonra yer yer onlardan çıkarılacak derslere de temas edilmiştir. Müellif, Hz. Peygamber’in ümmeti olduğunu ikrar eden herkesin kendi ana-babasını tanıdığı gibi Peygamber Efendimiz’i tanıması gerektiği inancından hareketle bu eseri kaleme almıştır. (Sağunî, Tarih-i Muhammedî, s. 11). Eser ihlâsla yapılmış bir “salih amel” ürünü, Resulü Ekrem sevgisiyle yoğrulmuş bir kalbin semeresidir. Müellifin eserin Hâtime kısmında yapmış olduğu duada söylediği “Ey fazl u kerem Sahibi, Rahman u Rahim sıfatlı, esirgeyen Rabbim! Bu kitapta adı geçen iyi kulların hürmetine, ben garip kulunu yalancı çıkarma, okuyucuların günahlarını bağışla, onları belalardan esirge, imanlarını koruyarak ahiretlerini âbâd eyle. Benden sonra evlâdımı yolundan şaşırtarak beni Resul-i Ekrem’in nezdinde mahcup etme. Onların dinlerini, dünya ve âhiretlerini Sana emanet ediyorum.” sözleri, onun kalbî titreşimlerinin ve dinî hassasiyetlerinin bir göstergesidir. Kısacası kitapta, onun gönlünün derinliklerinde yatan düşünce ve duyguları ifade ettiği görülüyor.

Merhum müellif bu eserini hiçbir vakit yanından ayırmaz, kaybetmemek için çok dikkatli davranırmış. Aile içinde ve arkadaşlarıyla perşembe günleri düzenlediği sohbetlerde devamlı bu kitabı okurmuş. Basımından sonra da kitaba ilgi bir hayli fazla olmuş. Tarih-i Muhammedî’ye olan ilgi okuyuculardan yayıncılara gelen mektuplarda da çok açık ifade edilmiş. Vârisler gerek ilmî ve gerekse dinî çevrelerden eserin kendilerinde güzel bir tesir bıraktığına dâir mesajlar almışlar. Hattâ hapishanelerde bu eseri okuyan bazı mahkûmlar bu eser vasıtasıyla Efendimiz’i tanıyıp namaza başladıklarını ifade etmişler. Şimdilerde “Tarih-i Muhammedî” Özbekistan medreselerinde ders kitabı olarak okutulmakta ve üniversite talebeleri için de “Marifet ve Maneviyat” dersleri için kaynak kitap olarak resmen tavsiye edilmektedir.

Dr. Muhsin TOPRAK

*Araştırmacı-Yazar
mtoprak@yeniumit.com.tr

Kaynaklar
1. Tahir Taner, “Hazan Yıllarında Peygamber Sevgisi (s.a.s)” Yağmur Dergisi, sayı: 31 Mayıs-Haziran 2006.
2. Alihan Töre Sağunî, Tarih-i Muhammedî, Taşkent 1997.
3. Kutlukhan Şakirov, “İki Türkistan Gururu”, Şark Yıldızı Mecmuası, sayı: 7, Taşkent 1993.
4. Yılmaz Polat, “Alihan Töre Sağunî: Türkistan’ın son yüzyılında önde gelen mücadeleci ilim ve devlet adamı”, Altay Dünyası Beynelhalk Jurnalı, sayı 1-2, Bakı 1997.
5. Baymirza Hayıt, Türkistan Devletlerinin Milli Mücadeleleri Tarihi, s. 327-328.
6. http://en.wikipedia.org/wiki/Elihan_Tore

Kaynak: http://www.yeniumit.com.tr

Devami

Türkistan ayrılık pençesinde

Kokand Hnlğda Rus Askerler

Kokand’da Rus askerleri

 

09.01.2014 -Türkistan benim gözümde Muhammed (sav) ümmetinin kuzey vatanıdır. Yani Türkistan ilim, iman ve marifetin vatanıdır. İmam Buharı ve Tirmizi’nin Türkistan evlatları olması sözlerimin kanıtıdır. Ancak tarihte var olan Emevi, Abbasi ve Osmanlı devletlerinin hiç biri Türkistan’a tam manasıyla sahip çıkmadığı gibi, bu vatanın kendisi de tarihte toparlanıp ümmet hazinesinde bir cevher olamamıştır. İşte Türkistan böyle bir garip vatandır…

Günümüzde biz Türkistanlılar İslam ümmetinin merkezdeki (Orta Doğu bölgesindeki) zayıflığı ve dağılmışlığı ile teskin olamayız. Yani bölünen ve ezilen sadece Türkistan değildir diye kendimizi avutamayız. Çünkü bireyler ve topluluklar kendilerini ıslah etmedikçe Allah (cc) ümmetimizi ıslah etmeyecektir…

Sovyetler Birliğinin dağılması biz Türkistanlılar için yeni umutları doğurmuştur. En azından kendimizi tanımak ve durumumuzu değerlendirmek için imkân elde ettik. Zira asırlardır Türkistan hakkında onun evlatları değil, onu istila edenler konuşmuşlardır. Yani Türkistan’in ne olduğunu onun düşmanları tarif ve tayın etmeye çalışmışlardır.

Türkistan hiç şüphesiz İslam’ın vatanıdır. Atalarımız gibi bugün de Türkistanlılar kendilerini Müslüman olarak tanımlarlar. Bağımsızlıktan sonraki dönem de Türkistan’ın yeni devletleri Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da İslam dini ciddi gelişme göstermektedir. Örneğin, Sovyetler döneminde sayısı yüzü geçmeyen mescit ve camiler sayısı bugün on bine ulaşmıştır…

Evet, Türkistan tarihte Kokand, Buhara ve Hive hanlıkları tarafından temsil edildiği gibi bugün beş devlete ayrılmıştır. Yani, ayrılık Türkistan’ın ana özelliği olmayı hale devam ettirmektedir. Peki, bu derdin hiç davası yok mudur?

Allah (cc) bir dert vermişse elbette şifasını da verir. Türkistan’ın dertlerinin devası her zaman olduğu gibi bugün de faydalı ilim, sahih iman, Müslüman halk evlatlarının kardeşliği, güçlü ekonomi ve akıllı siyasettir. Globalleşen bugünkü dünyamızda Türkistan kendi kendine yetmeyebilir, ama öncelikli vazifemiz yinede kendi aramızdaki sorunları yukarıda saydığım “ilaçlar” ile çözmektir.

İslam ümmetinin kalan topraklarında olduğu gibi günümüzde Türkistan Müslümanları da çeşitli gruplara ayrılmıştır. Kimi selefi, kimi hizipçi (Hizbüt Tahrir), kimi de tebliğci olmuştur. Üzerinden Sovyet kimliğini atamayan mahalli devlet yöneticileri ise böyle gelişmeden panikleyerek, (birde dünyada moda olan İslam fobisine uyarak) Müslümanlara karşı şiddet politikasını uygulamaktadırlar.

Sovyetlerden sonraki dönemde ekonomisi şoka olan, dünya değişse bile biz değişmeyiz diyen politikacıların zorbalığı devam eden, jeopolitik açıdan birleşmeye mahkûm olsa bile bunu başaramayan Türkistan halkları ve devletleri günümüzde çetin dini, politik, ekonomik ve sosyal sorunlarla boğuşmaktadırlar. Bu vatanın göz bebeği olan Aral gölü Sovyetlerin pamuk politikası neticesinde kurumuş, çöl olmuş, ahali açlık ve sefalet içinde kıvranmakta, milyonlarca insanlarımız çareyi Türkistan’dan kaçmakta bulmuşlardır…

İşte Türkistan günümüzde böyle bir vatandır..

Günümüzde Türkistan bir devlet değildir. Bugünkü jeopolitik ve başka nedenlerden dolayı Türkistan’in bir devlet olması da önemli değildir. Önemli olan Türkistan halkları ve devletlerinin bütün konularda işbirliğini yola koymasıdır. Öncelikle devletlerimiz arasındaki sınırların, halklarımız arasında insani ve ticari yolların açılmasıdır. Devlet yöneticilerinin birbirlerine yakınlık göstermesi, dış siyasette işbirliği yapmaları da çok önemlidir.

Bizi umutlandıran Doğu Türkistan hariç mahalli devletlerimizin günümüzde bağımsız olmalarıdır. Komşularımızın  yeni  Avrasya (eski Sovyetler Birliği) ve Şanghay işbirliği gibi projeleri tarihi geriye çevirme girişimleri gibi görünse bile, artık taş yerinden oynamış ve Türkistan gemisi yüzmeye başlamıştır. Bize düşen yüz yıllardır kapalı olan yolun açıldığını anlamak ve bu yolda emin adımlarla yürümektir…

Dr. Namaz N. Muhammed

UTD-Der Başkan Yardımcısı

 

Devami

Sovyetlerin Türk boylarını sindirme politikası

06.01.2014
Bundan tam 30 yıl önce 1984 yılında şu makaleyi yazmıştım:
Timur Kocaoğlu, “The Chairmanships of the State Security Committees of the Soviet Muslim Republics” Radio Liberty Research, No. 34 (1984), s. 1-5
[Sovyet Müslüman Cumhuriyetlerinde Devlet Güvenlik Komitesi Başkanları]… Sovyet arşivlerine dayanarak yazdığım bu kısa yazımda, Sovyetler Birliği’ndeki 15 Sovyet cumhuriyetindeki KGB başkanlarının etnik geçmiş bilgilerini inceleyince şu gerçekler ortaya çıktı:
1. Müslüman olmayan Sovyet cumhuriyetlerinin KGB başkanları hep aynı cumhuriyetteki ana etnik gruptan seçilmiştir (Gürcistan ve Ermenistan’da KGB başkanları hep Gürcü ve Ermeni olmuştur)
2. Müslümanların yaşadığı 6 cumhuriyette ise durum şöyledir:
a) Azerbaycan ve Kazakistan her birinde 1955-1984 arasındaki 7’şer KGB başkanından yalnızca 2’şeri Azerbaycan Türkü ve Kazak, ama Kırgızistan’da 6 KGB başkanından yalnızca 1 tanesi Kırgız olmuştur, geri kalanlar ya Rus veya Ermeni olmuştur.
b) Buna karşılık en güneydeki Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan’da ise 6-7 KGB başkanından hiç biri yerli Türk veya müslümandan seçilmemiş, ağırlıklı olarak Rus, Ukraynalı, Yahudi ve Ermeni olmuştur. Özbekistan’da 7 KGB başkanından 3’ü Ermeni olmuş.
*** Bu verdiğim yalnızca KGB başkanlarının etnik milliyetleridir, KGB kurumunda yüksek rütbelerde sürekli olarak Rus veya başka Türk ve müslüman olmayanlar en önemli yerlerde görevlendirilmiştir. Sovyet tarihi boyunca bütün kurumlarda bu aynı Sovyet politikası uygulanmış ve mankurtlaşmış olarak Sovyet ve komünizme sadık bile olsa, bir Türk ve müslümana Sovyet idarecileri güvenmemişlerdir. Zaten, cumhuriyetlerdeki bütün Komünist Partisi 2. sekreterleri Ruslardan (veya Ukraynalılardan) seçilmiştir.
Devami

Ipek Yolu

İpek Yolu, (Arapça: طريق الحرير: Çince: 丝绸之路; Farsça: جاده ابریشم; Rusça: Великий Шёлковый Путь; Kırgızca: Zhibek Zholu) Çin‘den başlayarak Anadolu ve Akdeniz aracılığıyla Avrupa‘ya kadar uzanan ve dünyaca ünlü ticaret yoludur.

İpek Yolu sadece tüccarların değil, aynı zamanda doğudan batıya ve batıdan doğuya bilgelerin, orduların, fikirlerin, dinlerin ve kültürlerin de yolu olmuştur.

Milattan yüzyıllar önce Mısırlılar, daha sonra da RomalılarÇinlilerden ipek satın alırlardı. Ulaşım ise, daha sonra İpek Yolu adı verilen güzergahı izleyen kervanlarla sağlanırdı. İpek endüstrisi, eski çağlardan beri birçok milletin hayatında çok önemli bir yer tutmuştur. Uzak Doğu‘dan gelen ipek ve baharatBatı dünyası için, uluslararası ilişkilerde önemli bir rol oynamıştır. İpek, ayrıca Doğu kültürünün Batı tarafından tanınmasını da sağlamıştır. Doğu’nun ipeği ile baharatınınkervanlarla batıya taşınması, Çin‘den Avrupa‘ya ulaşan ticaret yollarını oluşturmuştur. Orta Çağda, ticaret kervanları, şimdiki Çin‘in Şian kentinden hareket ederek Özbekistan‘ın Kaşgar kentine gelirler, burada ikiye ayrılan yollardan ilkini izleyerek Afganistan ovalarından Hazar Denizi‘ne, diğeri ile de Karakurum Dağları’nı aşarak İran üzerinden Anadolu‘ya ulaşırlardı. Anadolu’dan deniz yolu ile Akdeniz ve Karadeniz (Tirebolu) limanlarından veya Trakya üzerinden kara yolu ileAvrupa‘ya giderlerdi.

Doğudan batıya doğru gelişen bu ticari harekette daha önceki çağlardan beri kullanılmakta olan bir yol şebekesinden yararlanılmıştır. Yoğun bir şekilde ipekporselenkâğıtbaharat ve değerli taşların taşınmasının yanında kıtalar arasındaki kültür alışverişine de imkân sağlayan bu binlerce kilometre uzunluğundakikervan yolları zaman içinde İpek Yolu olarak adlandırılmıştır. İpek Yolu Asya‘yı Avrupa‘ya bağlayan bir ticaret yolu olmasının ötesinde, 2000 yıldan beri bölgede yaşayan kültürlerindinlerinırklarında izlerini taşımakta ve olağanüstü bir tarihsel ve kültürel zenginlik sunmaktadır.

Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra, İpek Yolu’nun hem bir ticaret yolu, hem de tarihsel ve kültürel değer olarak yeniden canlandırılması gündeme gelmiş, bu yol boyunca inşaa edilmiş ve artık kullanılmayan yapıların, yeni işlevler kazandırılarak korunmaları ve yaşatılmaları için çalışmalar başlamıştır.

İpek Yolu çeşitli Türk uygarlıklarının ekonomik kaynağı olmuştur.

Ortaya Çıkış ve Tarih

Orta Asya bölgeleri ile her zaman bağlantılar var olmuştur. Örneğin; Çin ile Avrupa arasında en eski zamanlardan beri, en az Tunç Devrinden beri bağlantılar vardı. İlk zamanlarda maden elde etme ve işleme konusunda bilgi alışverişine ve ticari malların değişimine dayanmış olan bu bağlantılar, diplomatik ilişkilerin kurulmasını ve iki kültürün birbirini tanımasını da sağlamıştır. Ancak, arabulucular yolu ile gerçekleştirilmiş olan bu bağlantılar bir süreklilik göstermemiş, uzun süreli kopukluklar yaşanmış, ticaret ve bilgi alışverişinin uzun bir süre gerçekleşmediği dönemler de olmuştur.

Çin’in batıya doğru genişlemesi, İpek Yolu’nun doğu sınırının tamamen açılmasında önemli bir etken olmuştur. İmparator Vudi (M.Ö. 142–87) döneminde Han İmparatorluğu sınırlarını nerdeyse iki katı kadar genişletmiştir. Sınır tehditlerine karşı düşman bölgelerini istila ederek karşılık veren İmparator Vudi, ordularını kuzeye, güneye ve batıya göndererek birçok devleti boyunduruk altına almış, Hiung-nu zaferi ile de Orta Asya’nın tüm kontrolünü ele geçirmiştir. Vudi’nin birlikleri, Pamir dağlarını ve Fergana şehrini de işgal ederek, Çin ile Batı arasındaki ticaret yollarını açmıştır. İpek Yolu üzerinden gerçekleşen ticaret sayesinde Hun İmparatorluğunun başkenti Batılı seyyahlar ve Batı’dan gelen lüks mallarla dolup taşmaya başlamıştır.

İpek Yolu

Doğuda barışın hüküm sürdüğü zamanlar, Batı bir savaş alanı idi. Romalılar ile Partlar arasında uzun zamandan beri yaşanan sorunlar, birinci Roma İmparatoru Augustus’un diplomatik başarısı ile son bulmuş, iki taraf arasında bir barış süreci başlamıştır. Bu barış süreci, İpek Yolu’nun batı bölümünün daha güvenli olmasını ve Uzak Doğu ile yapılan ticaretin canlanmasını sağlamıştır. Geç Antik Çağ döneminde Doğu Roma, yani Bizans ile Sassani İmparatorluğu arasındaki ticaret Roma-Pers Savaşları nedeniyle büyük ölçüde engellenmiştir.

İpek Yolu, bir diğer yükselme dönemini, Perslerin İpek Yolu üzerindeki hâkimiyetine son veren Tang Hanedanlığı döneminde yaşamıştır. İkinci Tang İmparatoru Taizong, Orta Asya’nın büyük bir bölümünü ve Tarım Vadisini kontrolü altına almıştır. Bizans İmparatorluğu, 7. yy.da Asya’daki bazı topraklarının Müslümanlar tarafından ele geçirilmesiyle İpek Yolu ile bağlantısını ara sıra koruyabilmiş ve uzun süre Doğu’dan gelen malların ana aktarma yeri olarak işlev görmüştür. Tang döneminden sonra İpek Yolu üzerindeki ticaret trafiği azalmaya başlamıştır. Bunun nedeni, Beş Hanedanlık döneminde Tang Hanedanlığı’nda iç istikrarın korunamaması ve ticaret yollarının güvenliğinin azalmasıdır. Avrupa ile Asya arasındaki ticaret veba salgınları nedeniyle de uzun süre askıya alınmış ve gerçekleşmemiştir.

Asya ile Avrupa arasında doğrudan bağlantı kurulmasında, 13. yy.da Moğollar’ın büyük katkısı olmuştur. Moğol istilaları sık ve geniş iletişim çağının başlamasında etkili olmuştur. Bu durum, Moğolların ele geçirdikleri yerlerde sistemlerini kurduktan sonra, yabancılarla iletişim kurarak yönetime devam etmeleri ile gerçekleşmiştir. Bu dönemde Moğolların yabancılara olan misafirperverlikleri sayesinde ticaret yeniden artmıştır.

Ancak, Moğol İmparatorluğu’nun ömrü kısa sürmüş ve 1262 yılında koca imparatorluğun çöküşü başlamıştır. Buna rağmen İpek Yolu’nun doğu bölümünün güvenliği Kubilay Han döneminde uzun süre sağlanmıştır. Çin milliyetçiliği canlanmaya başlamış; 1368 yılında, yabancı egemenliği Moğol kökenlilere karşı saldırgan bir dış politika tutumu izleyen Ming Hanedanlığı dönemini sona erdirmiştir. Moğollar dönemindeki rahatlığa rağmen, İpek Yolu üzerinde yapılan ticaret hiçbir zaman Tang Hanedanı dönemindeki seviyesine ulaşmamıştır. Song Hanedanlığı döneminde İpek Yolu önemini yitirmeye devam etmiştir. Çin deniz ticareti sayesinde Güneydoğu Asya’da yeni pazarların keşfedilmesi ve Arapların koyduğu yüksek gümrük vergileri nedeniyle İpek Yolu daha az tercih edilmiştir.

Erken Yeni Çağ döneminde Avrupalı denizcilerin dünya geneline açılmaları ile İpek Yolu tamamen önemini yitirmiştir. Böylece uzun süren yolculukların ve malın aracılara teslim edilmesinin yerine daha kısa süren ve doğrudan gerçekleştirilen deniz taşımacılığı önem kazanmıştır. İpek Yolu’nun yerini gemiler almıştır. Çinli tüccarlar jonk adını verdikleri gemileri ile Hindistan’a, hatta Arap ülkelerine kadar gidebilmekteydi. Avrupalı tüccarların Çin ile yaptıkları ticaret Song Hanedanı döneminden beri kısıtlanmaktaydı. Bu nedenle, Avrupalıların deniz seferleri ile gerçekleştirmek istedikleri asıl amaçlarından biri de Hitay’a ulaşmaktı.

İlk olarak, 1514 yılında Portekizliler Çin’e ulaşmış ve orada çok canlı bir ticaret başlatmışlardır; ancak bu pazar daha sonra İspanyollar tarafından ele geçirilmiştir. İmparatorluk, 16. yy.dan itibaren, yenidünyada Avrupa kolonilerinden temel fayda sağlayanların arasında yer almaktaydı. Kolonilerde çıkarılan madenin büyük bir bölümü Avrupalılara satılmak amacıyla Çin’e gönderilmekteydi. Ticaret şirketlerinin gemileri Avrupalı soylulara lüks eşya ve sanat eserleri tedarik etmek amacıyla, Doğu Asya’ya ulaşımda İpek Yolu görevini görmekteydi.

Petrol yataklarının bulunması ile İpek Yolu yeniden önem kazanmaya başlamıştır. Yeni yollar inşa edilmiş ve ıssız bölgelere ulaşım kolaylaştırılmış, bölgeler sanayileştirilmiştir. Bunun yanı sıra eski ticaret yolları onarılmış ve turistik amaçlı kullanılmaya başlanmıştır. 32 Asya ülkesinin katılımı ve Birleşmiş Milletler desteği ile Asya uzak ticaret yolları ağı inşası projesi yürütülmektedir. 2005 yılı itibariyle yol ağının yenilenmesine 25 milyar dolar para harcanmıştır

Güzergâhlar ve Doğa

İpek Yolu’nun güzergâhı ile ilgili ilk belgeler Antik Yunan ve Romalılara dayanmaktadır. Tarım Havzası’nın kuzeyinden geçen kuzey rotasını ünlü tarihçi Heredot M.Ö. 450 yılında ayrıntılı bir şekilde tarif etmiş, güzergâh merkezlerine de oradaki yerli halkların isimlerini vermiştir. Heredot’un tarifine göre kuzey rotası Don Nehri ağzından başlayarak ilk olarak kuzeye ve hemen sonra Partların bölgesine doğru doğuya ilerlemekte, oradan da Çin’in batısında bulunan Kansu şehrinde son bulan Tanrı Dağları’nın kuzeyindeki kervan yolu üzerinden geçmektedir.

Güney rotasına ilişkin buna benzer bir tarif bulunmamaktadır. Ancak güney rotası yeniden kurgulandığında, rota Mezopotamya’dan başlamaktadır; fakat bu veri kesin değildir. İpek Yolu Anadolu’da Antakya’da başlayıp, Gaziantep’ten geçerek İran ve Afganistan‘ın kuzeyinde Pamir Ovası’na kadar uzanmaktadır. Ayrıca Güneydoğu Bölgesi’nde bulunan Gaziantep ve Malatya’yı geçip, Trakya üzerinden ve Ege kıyılarında İzmir, Karadeniz’de Trabzon ve Sinop, Akdeniz’de ise Alanya ve Antalya gibi önemli limanlar üzerinden Avrupa‘ya ulaşmaktadır.

Üçüncü bir yol da Mısır ve Mezopotamya rotalarının birleşmesi ile meydana gelen Narmada Nehrinin Hint Okyanusu’na döküldüğü Hindistan’ın liman kenti Bargyzaga şehrine ulaşan deniz ve kara yollarının birleşimi ile oluşmaktadır. Her üç rota da İpek Yolu’nun yüzyıllar süren gelişmesi sonucu ortaya çıkmıştır.

Bunların haricinde İpek Yolu bir doğa yolu olarak var olmuştur. Akdeniz’den Çin’e kadar çöl üzerinden uzanan, yeryüzünde en ıssız yollardan geçip, en susuz ve acımasız arazilerden ilerleyen, bir vahayı bir diğerine bağlayan yollardan biridir. Güneyden gelinip de Taklamakan Çölü’ne ulaşıldığında, yeryüzünün en yüksek sıradağlarıyla karşılaşılır. Bu dağlar sadece, derin uçurumları ve 5000 m. yükseklikleri ile dünyanın aşılması en zor birkaç buzlu geçit üzerinden aşılabilmektedir. Aynı zamanda bu bölgenin iklimi de çok serttir. Sık sık kum fırtınaları meydana gelmekte, sıcaklık yazın 40 °C üzerine çıkmakta, kışın ise -20 °C altına inmektedir. Bu olumsuzluklara rağmen yol, doğu ile batı arasındaki milletlerarası iletişim konusundaki önemini yüzyıllar boyunca muhafaza etmiştir.

Bu yollar, vahaların yanı sıra yollardaki geçiş trafiğinin kontrolünü sağlayan askeri merkezler tarafından da kullanılmıştır. Bölgenin coğrafi özelliklerinden dolayı çok az sabit ulaşım ve ticaret yolu oluşmuştur. Çok hassas olan bu yollarda çıkan en küçük bir çatışma bile doğu ile batı arasında tüm trafiğin durmasına sebep olabilmiştir.

Tarih boyunca çok az insan İpek Yolunun tam uzunluğu olan yaklaşık 6000 km.’yi dolaşmıştır. Ticaret sürekli birden çok ara duraklar üzerinde gerçekleşmiş ve yolun teğet geçtiği bütün uluslar, toptancı olarak kazançlarını en yüksek düzeyde tutmak istemişlerdir. Böylece, rekabet nedeniyle sürekli silahlı çatışmalara dönen kavgalar çıkmıştır. Sadece, 13. ve 14. yy.larda Moğol iktidarı döneminde bütün Asya tek bir yönetim altında toplanmış ve güvenli bir ticaret ortamı sağlanmıştır.

Kültür ve teknik aktarımı

Teknik alandaki gelişmelerin, kültür ürünlerinin veya ideolojilerin aktarımı, ticari mallara göre daha doğal ve kalıcı olmuştur. Ticari, politik, diplomatik veya misyonerlik nedenler ile gerçekleştirilmiş uzak ticaretin bütün türleri farklı toplumlar arasında kültürel değişimi meydana getirmiştir. Şarkılar, hikâyeler, dini düşünceler, felsefi görüşler ve bilimsel bilgiler seyahat edenler yoluyla taşınmış ve güncel kalmıştır. Bunların yanı sıra gıda maddelerinin girişi ile tarımsal değişim de gerçekleşmiştir. Kâğıt üretimi ve matbaa, damıtma gibi kimyasal süreçler, etkili at koşumu ile üzengi gibi önemli buluşlar dünyaya Asya üzerinden yayılmıştır.

İpek Yolu üzerinde dinlerin yayılması

İpek Yolu üzerinde taşınan kalıcı şeylerden biri de dinler olmuştur. Örneğin 4. ve 5. yüzyıllarda Kuzey Vey Hanedanlığı döneminde Budizm, kuzey güzergâhı yoluyla Hindistan’dan Çin ve Japonya’ya gelmiştir. Bazı istisnalar haricinde, Hıristiyanlığın Anadolu’da yayılmasının 3. yy. da Sasani İmparatorluğu döneminin başlaması ile mümkün olduğu kabul edilmektedir. Hıristiyanlık, Orta ve Doğu Asya’da hiçbir zaman hâkim din olmamasına rağmen, İpek Yolu’nu kullanarak Çin sınırlarına kadar dayanmıştır. Moğollar döneminde Yunanlı teolog Nestorius’a dayanan Diofizit hasaba katılması gereken kültürel bir silah olmuştur.

Hıristiyanlığın yayılması diğer dinlerden baskın olan İslam’ın yayılmasına göre daha kısıtlı olmuştur. M.S. 632 yılında Muhammed’in vefatından sonra İslamiyet, Arap yarımadası üzerinde hızla yayılmaya başlamış ve sonraki yüzyılda da eski Roma şehirleri olan Suriye, Mısır ve bütün Kuzey Afrika’da yerleşme sürecine girmiştir. Kısa süre içinde İpek Yolu’nun batı kısmı ve böylelikle Asya üzerinde gerçekleşen ticaret Müslümanların kontrolüne geçmiştir. Pers İmparatorluğu’nun fethi ile genişleme doğuya doğru gerçekleşmeye devam etmiştir. İslamiyet, ilk olarak İpek Yolu üzerinde yer alan şehir merkezleri boyunca etkili olmuş ve daha sonra kırsal kesimlere kaymıştır. Orta Asya, Çin, Bengal ve daha sonra Endonezya’da da askeri veya politik bir girişim olmadan Müslüman yerleşim yerleri oluşmuştur. Pers kökenli olan Zerdüştlük ve Mani Dini de İpek Yolu üzerinden yayılmıştır.

Hastalıkların yayılması

Dinler ve diğer kültürel öğeler gibi hastalıklar ve enfeksiyonlar da İpek Yolu üzerinde yayılmıştır. Uzun seyahat edenler, virüslerin ortaya çıktıkları bölgelerden çıkmasına ve bu virüsler yoluyla ortaya çıkan hastalıkların, bağışıklığı olmayan toplumlarda yayılmasına yol açmışlardır. Bu durum da felaketle sonuçlanan salgınların ortaya çıkmasına neden olmuştur. İpek Yolu üzerinde hastalıkların yayılmasına verilebilecek en iyi örnek 14. yy.da görülen veba salgınıdır. 1330’lu yıllarda Çin’de ortaya çıkan, kemirgenlerden pireler yoluyla insanlara bulaşan aşırı bulaşıcı olan bir veba ortaya çıkmıştır. Bu salgın, uzun bir süre sadece Çin’in güney şehri olan Yunnan’da görülmüştür; fakat 14. yy.ın başında Moğol orduları yoluyla vebalı pireler Yunnan’dan Çin’in diğer bölgelerine taşınmış ve böylece veba, İpek Yolu boyunca çok hızlı bir şekilde yayılmıştır. Veba, Kafa (günümüz Feodosya) şehrinden gelen ticaret gemileri ile Kırım Yarımadası üzerinden geçerek 1348 yılında Avrupa’ya da ulaşmıştır. Asya’dan Avrupa’ya kadar etkili olan ve Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birinin hayatını kaybettiği büyük veba salgını ortaya çıkmıştır. Bu salgın, Ortadoğu, Hindistan ve Çin’de yaklaşık 75 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Özellikle kürk ihracatı salgının hızlanmasına neden olmuştur.

Ticaret

İpek, Batı için İpek Yolu üzerinde taşınan en sıradışı, alışılmadık maddedir ve bu madde yola da adını vermiştir. Ancak, yol üzerinde başka mallar da taşınıp takas edildiğinden, bu kavram ticaret gerçekliğinden uzaktır. Çin’e doğru yol alan kervanlar altın, değerli taş ve cam da taşımışlardır. Ters istikamette de özellikle kürk, seramik, yeşim taşı, tunç, vernik ve demir taşınmıştır. Yol üzerinde malların çoğu değiştirilmiş ve asıl varış noktasına yetişmeden birden çok el değiştirmiştir. İpeğin yanı sıra baharat da Yeni Çağa kadar Güneydoğu Asya’dan taşınan önemli mallar arasında yer almıştır. Baharat sadece baharat ve tadlandırıcı olarak değil, aynı zamanda ilaç, anastezi, afrodizyak, parfüm olarak ve tılsımlı içecekler için de kullanılmıştır.

Buna rağmen ipek en değerli Çin ürünü olarak kalmıştır. İpek dokumacılığının gelişimi, Çin’de M.Ö. de 2. yy.a uzanmaktadır. İpek üreticilerinin eğitimi ile görünmeye başlayan ihracat için fazla miktarda üretim yapılması ilk olarak M.Ö. 3 yy.de “kavgalı imparatorluklar döneminde” gerçekleşmiştir. Avrupa’da en eski Çin ipeği M.Ö. 6 yy.ye dayanan Kelt Prensliği kazılarında bulunmuştur. O zamanlar ipek Batı’da oldukça nadir bulunan bir madde olup, Roma İmparatorluğu döneminde kürk ve cam gibi lüks eşyalar arasında sayılmıştır. Sadece zamanın en zenginleri bu pahalı maddeden kayda değer bir miktarda sahip olabilmiştir.[1]

Ticaretin Organizasyonu

Ticaret yollarının güvenliği büyük tehdit teşkil etmekteydi. Korsanlar, Çin’den Mısır’a kadar kervanları rahatlıkla yağmalayabilecekleri dar geçitlerde kervanlara saldırmaktaydılar. Bu yüzden, Han İmparatorluğu kervanlarını özel savunma birlikleri ile donatmış, güzergâh bölümleri boyunca da Çin Seddi’ni inşa etmiştir.

Kıtalararası gerçekleşen bu ticaretin organizasyonu oldukça karışık ve zor olmuştur. Yüz binlerce hayvan, çok sayıda çoban ve tonlarca ticaret malının bir araya getirilmesi ve hareket ettirilmesi, insanların ve hayvanların bu uzun yolculuklarda, zorlu coğrafi ve iklim koşullarında hayatta kalmalarının sağlanması gerekmekteydi. Ancak bilindiği gibi tüccarlar mallarını satmak için tüm yolu gitmiyorlardı ve ticaret birden çok ara tüccar (komisyoncu) aracılığı ile gerçekleştirilmekteydi. İpek Yolu’nun sonunu uzun bir zaman Partlar, daha sonra Sasaniler kontrol etmiştir; bu dönemlerde, Orta Asya’da mal değişimine hâkim olanlar, göçebe kökenliler idi. Önemli bir taşıma aracı olarak da Orta Asya’da yaşayan çift hörgüçlü develer kullanılmaktaydı. Bu develer tek hörgüçlü develere göre sıcağa daha dayanıklıydılar ve kış derileri vardı. Böylece, yükseklikleri arasında büyük farklılıklar olan bozkır ve dağlık bölgelerde sürekli görülen kıta iklimsel büyük sıcaklık değişimlerine daha uygundular. Aslında, develer ticari ilişkilerin başlamasından bu yana kullanılmaya başlanmıştır.

İpek Yolu üzerinde kıtalararası takas

İpek Yolu üzerinde sadece baharat, ipek, cam ve porselen gibi mallar taşınmamış, bu yol üzerinde yapılan ticaret yoluyla din ve kültür de kıtalararası yayılmıştır. Böylece, Hindistan’da doğan Budizm İpek Yolu üzerinden Uzak Doğu’ya, Çin’e ve Japonya’ya kadar yayılmış ve orada hâkim din olmuştur. Bugünkü Xi’an (Şian) şehrinde bulunan bir tablete göre, Hıristiyanlık İpek Yolu üzerinden zamanın Çin’in başkentine kadar yetişmiştir. Bunlarin yanı sıra bu yol Türklerin dininin, ŞamanlığınMani Dini‘nin, Mazdehizm’in ve daha sonra İslamiyet’in yayılma ortamı bulduğu bir yol, bir bölge olmuştur. Kâğıt ve barut bilgisi yine İpek Yolu ile Arap ülkeleri üzerinden Avrupa’ya gelmiştir.

İpek Yolu’nun günümüzdeki önemi

Günümüzde İpek Yolu daha çok turistik bir öneme sahiptir. Batı, İpek Yolu güzergâhı üzerindeki Doğu Mistisizmini kitaplar yoluyla tanımaya başladıktan sonra Batı’nın Doğu’ya olan ilgisi ve buna bağlı olarak turistik faaliyetler artmıştır. Özellikle, “Marco Polo’nun izlerinin peşinden” adı altında düzenlenen gezilerle bölgeye sürekli daha fazla turist gelmektedir. Çin, yabancı turistlere kapılarını 1970’li yılların sonlarına doğru açması ile büyük turizm potansiyelinin hemen farkına varılmış, İpek Yolu üzerinde bulunan görülmeye değer birçok yer ve kültür anıtı restore edilmiş ve resmi makamlarca koruma altına alınmıştır.

Ülkemizde de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Anadolu güzergâhı üzerinde bulunan 11 kervansaray restore edilmiş, turizm amaçlı hizmetler sunabilecek hale getirilmiştir. Bu hanlar;

  1. Sultan Hanı (Aksaray)
  2. Sarı Han (Nevşehir)
  3. Şarapsa Han (Antalya)
  4. Ak Han (Denizli)
  5. Ağzıkara Han (Aksaray)
  6. Alara Han (Antalya)
  7. Silahtar Mustafa Paşa Kervansarayı (Malatya)
  8. Çardak Han (Denizli)
  9. Susuz Han (Burdur)
  10. İncir Han (Burdur)
  11. Alay Han (Aksaray)

Yapılan arkeolojik kazılar ile İpek Yolu üzerinde sürdürülmüş olan hayat araştırılmış ve ortaya çıkarılmıştır. Taklamakan Çölü üzerinde yapılan seyahatlerde sürekli şehir harabeleri ve mağara kalıntıları karşımıza çıkar. Güzergâh üzerinde yaşayan halklar ve günümüze kadar korunmuş olan yaşam tarzı en ilgi çekici olan noktalardır. Günümüzde pek çok turist Budizm’in Japonya’ya varana dek geçmiş olduğu ülkeleri görmek amacıyla Japonya’dan gelmektedir. Taklamakan bölgesinde seyahat yapmak iklim ve coğrafi özelliklerin sunduğu bazı kolaylıklara rağmen günümüzde hala neredeyse eskisi kadar zahmetlidir.

İpek Yolu üzerindeki son demir yolu parçası 1992 yılında, Almata – Urumçi arasında uluslararası hattın açılması ile kapatılmıştır; fakat buna rağmen Pekin – Tahran veya Pekin – Moskova arasında düzenli tren seferleri ya da sabit aktarma bağlantıları bulunmamaktadır.

Günümüzde Asya ile Avrupa’yı, daha somut bir ifadeyle 28 ülkeyi birbirine bağlayan 114 bin kilometrelik Trans-Asya Demir Yolu Ağı ile 141 bin kilometreyi bulan Asya Hızlı Demir Yolu ağı projeleri yürütülmektedir. Bu projeler bölgenin ekonomik ve ticari gelişmeleri ile stratejik bütünleşmesini açısından büyük öneme sahiptir. Bu projelerin Türkiye için de önemi büyüktür: Türkiye’nin ‘doğu batı arasındaki tarihi köprülük’ misyonu için büyük önem arz eden Bakü-Tiflis-Kars demiryolu projesi tamamlandığında da Londra’dan kalkan bir tren Çin‘e kadar gidebilecektir.

http://tr.wikipedia.org/wiki/İpek_Yolu

Devami

ÇÖL OLAN GÖL YA DA ARAL GÖLÜNÜN FACİASI (7)

ARAL GÖLÜNÜN FACİASI

YEDİNCİ YAZI

KURTULUŞ REÇETESİ

YAZININ ÖZETİ

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Orta Asya’da son yıllarda İslam’ın gittikçe yayıldığına şahit olmaktayız. Evet, Müslümanlar dinlerinin iyi bilmemekteler, onu uygulamakta birlik ve beraberlik içinde değiller. Ancak şu var ki bütün dünya da olduğu gibi İslam bu bölge halklarının gündemine esaslı olarak yerleşmiştir. Çünkü denildiği gibi Orta Asya toprakları ve halkları İslam’la dünyaya tanınmış ve ancak ve ancak yine İslam’la yeniden ayağa kalkacaklardır. Bu öncelikle tevhid bayrağına sımsıkı sarılmakla gerçekleşir. İslam dini bölgedeki cahiliyet nazariyeleri ve uygulamalarını, bidat ve hurafeleri, kabile düşmanlıklarını ortadan kaldıracak tek çaredir

Bugün Doğu Türkistan halkı Çin diktatörlüğü tarafından insanlık dışı muamele görmektedir. Batı Türkistan’da ise yerli zalimler kendi insanlarına yapmadıklarını bırakmamaktadırlar. Oysa buralar yaklaşık 6 milyon km2 ye yakın dünyanın en zengin ve verimli topraklarıdır. Bölgede insan fıtratına uygun, gelişmiş ve madeni bir toplumun oluşması için bütün şartlar, yani doğal kaynaklar ve insan gücü mevcuttur. Başka sözle denildiğinde Orta Asya ilim, iman, irfan, maddi ve manevi gelişmenin merkezi olabilmesi için bütün gereken şartlara sahiptir.

Tarihte olduğu gibi bu bölgenin kaderini belirleyecek olan ana unsur İslam dini faktörüdür. Bölge halkları hayatının bütün yönleri İslam dini ile ilişkilidir. İnsanlar Allah’ın adıyla nikâh kıydırarak evlenmekteler. Yeni doğan çocuklarına İslam’a uygun isim vermekteler. Yemeklerinde helal ve harama dikkat etmeye özen göstermektedirler. Merhumları için cenaze namazı kılmaktadırlar. Yani bir asırlık dış ve iç kaynaklı esarete rağmen insanlar Allah’ın yolundan tamamen vazgeçmiş değiller. Orta Asya halkları faşizm ve komünizm gibi insanlık dışı rejimlerle bizatihi karşı karşıya gelmişler ve böyle zalim düzenlerin bir daha denenmesi bu bölgede söz konusu değildir.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bölgeyi yönetenler demokrasi adına iş görmeye çalışmaktadırlar. Gerçek hayatta ise demokrasi yerli diktatörlerin yobaz uygulamaları neticesinde lafta kaldığı gibi mahalli halk nezdinde de hiçbir değere sahip değildir. Demokrasi deneyimi Tacikistan’da iç savaşla sonuçlanmıştır. Türkmenistan’da böyle bir deneme söz konusu bile olmamıştır. Özbekistan’da bağımsızlık sonrası kısa süre halka tanınan hak ve hukuklar geri alındı ve memlekette çağımızın en acımasız zülüm rejimlerinden biri ortaya çıktı. Memleketlerini terk etmek mecburiyetinde kalan demokrasi yanlıları ise birlikte hareket etmek yerine olan bitenlerde birbirlerini suçlamakla vakit geçirmekteler.  Kazakistan’ın demokrasi deneyimi ancak piyasa ekonomisi vahşetine ve fuhşun yayılmasına neden oldu. Kırgızistan bağımsızlık kazandıktan sonraki 10-15 yılda demokrasi adası olarak nitelik kazanmıştı. Ancak bu devletin birinci Cumhurbaşkanı Asker Akaev turuncu devrim sonucu görevini bıraktıktan sonra “demokrasi adasının” gerçek yüzü de ortaya çıkmış oldu. Yıllar devamında bu memlekette övgü ile savunulan demokrasi deneyimi gerçekte kabile taassubunu kendinde barındırdığı Kırgızistan güneyinde yaşanan son vahşetlerle kanıtlandı. 2010 yılın yaz aylarında Öş ve Celalabad şehirlerinde yerli yöneticilerin desteğini alan Kırgız kalabalıklar memlekette azınlıkta olan Özbek asıllı insanları katliama maruz bıraktılar. Binlerce insanlar öldürüldü, genç kızlara tecavüz edildi ve insanların evleri ve iş yerleri ateşe verildi. Bunları gördükten sonra hele demokrasi lafını ağızlarında dolaştırmaya devam edenlere size yazıklar olsun demekten kendimi alıkoyamıyorum…

Bölgedeki genel durumu değerlendirirken iç oluşumlar kadar dış faktörlerin önemini de vurgulamak gerekmektedir. Yukarıda denildiği gibi Rusya bölgede kendi çıkarlarından vazgeçmiş değildir. Çin ise Orta Asya’daki yeni devletlerin zayıflıklarını kendi lehine çevirmek ve bölgede iç pazarı ele geçirmek peşindedir. Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri Orta Asya’nın yeni devletlerini Afganistan savaşında kullanabilecekleri bir araç olarak görmektedirler. Göründüğü gibi sözde demokrasi ve insan haklarından yana olanlar buralarda da insanlar yaşadıklarını görmezden gelmekteler. Bu “süper güçler” kendi halklarını akıllı insanlar, kalanları ise yarı vahşi yaratılıklar olarak gördüklerini yeryüzünün her bölgesinde uyguladıkları politikaları ile göstermekteler. Allah’ın izni ile çok yakın zamanlarda bu süper gericilere Müslümanların insanlık dersi verecekleri günler yakındır…

Orta Asya’daki siyasi durumu Afganistan’da otuz yıldan fazla devam eden savaşlar doğal olarak etkilemektedir. Afganistanlı Müslüman kardeşlerimizim Sovyetler birliği ve ABD önderliğindeki batılı zorba devletlere karşı yürüttükleri mücadele takdire şayandır. Ancak şu var ki ilim ve marifeti esas almayan hiçbir mücadelede kesin zaferden söz etmek mümkün değildir.

Bölgede Türkiye’nin ve başka İslam ülkelerinin çabaları maalesef yeterli değildir. Gerçi Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi önemli bir deneyim olsa da esas yatırım bölge halkı içinde sağlam inançlı ve yetenekli insanlar yetiştirmekten ibaret olmalıdır. Bu konuda çaba gösteren çeşitli İslami kurumların zaafı onların bölgeye gelmeden önce kendi aralarında birlik ve beraberliği sağlayamamalarıdır. Bu konuda şu anekdot oldukça önemlidir: Orta Asya cumhuriyetlerinden birine gelen Türkiyeli Müslümanlar yerli kardeşlerine şu soruyu sorarlar: Bizden hangi cemaati daha çok beğendiniz?  Cevap ilginç olduğu kadar çok da manidardır: Siz en iyisi memleketinize gidin ve kendi aranızda anlaştıktan sonra bir cemaat halinde bizim yanımıza geri dönün. Burada Türkiyeli kardeşlerimizin çıkaracağı ciddi sonuçlar var diye düşünüyorum. Çünkü günümüzde tarihte olduğu gibi dünyanın dikkati yine Anadolu Müslümanlarının üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştır. Ne var ki dışarıda memleketin önemi arttığı kadar içeride Müslümanların pervasızlığı ve vurdumduymazlığı artmaktadır. Memleket yönetiminde tavan güçlendikçe iman açısından taban giderek zayıflamaktadır. Dünyanın çeşitli köşelerinde Müslümanlar kan ağlarken Türkiye’de bazı kardeşlerimiz israf ve lüksü bayrak edinmekteler. Bu yetmediği gibi çeşitli cemaatler İslam’ı kullanarak aslında kendi gruplarının çıkarları için at koşturmaktan geri durmamaktadırlar. Benim burada diyeceğim şudur: Ey Türkiyeli kardeşlerim! Aklınızı başınıza alın. Tevhidi bayrak edinin ve zaman kaybetmeden bu bayrağın altında toplanın. Yoksa bu zaman ve imkân israfından dolayı başınıza bir belanın gelmesini mi beklemektesiniz?

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Orta Asya’da son yıllarda İslam’ın gittikçe yayıldığına şahit olmaktayız. Evet, Müslümanlar dinlerinin iyi bilmemekteler, onu uygulamakta birlik ve beraberlik içinde değiller. Ancak şu var ki bütün dünya da olduğu gibi İslam bu bölge halklarının gündemine esaslı olarak yerleşmiştir. Çünkü denildiği gibi Orta Asya toprakları ve halkları İslam’la dünyaya tanınmış ve ancak ve ancak yine İslam’la yeniden ayağa kalkacaklardır. Bu öncelikle tevhid bayrağına sımsıkı sarılmakla gerçekleşir. İslam dini bölgedeki cahiliyet nazariyeleri ve uygulamalarını, bidat ve hurafeleri, kabile düşmanlıklarını ortadan kaldıracak tek çaredir. Yani bölgede istenen bazılarına göre ruhbanlığı, bazılarına göre ise ailevi krallıkları esas alan erozyonlu İslam anlayışı değildir. İnsanların arzu ettikleri bilinçli ve sorumluluk üstlenen Müslümanların sivil toplumunun ortaya çıkmasıdır. Tevhidi temel alan böyle düzen demokrasilerden farklı şekilde olsa bile yönetimin seçimini ve denetlenmesini, fikir ve ifade özgürlüğünü, din ve inanç hürriyetini, insan haklarının korunmasını temin etmelidir. Zalimler istemese de Allah (cc) nurunu tamamlayacaktır.

Bitti.

BIRINCI YAZI: https://turkistanlilar.com/col-olan-gol-ya-da-aral-golunun-faciasi/

İKİNCİ YAZI: https://turkistanlilar.com/col-olan-gol-ya-da-aral-golunun-faciasi-2/

ÜÇÜNCÜ YAZI: https://turkistanlilar.com/col-olan-gol-ya-da-aral-golunun-faciasi-3/

DÖRDÜNCÜ YAZI:https://turkistanlilar.com/col-olan-gol-ya-da-aral-golunun-faciasi-4/

BEŞİNCİ YAZI: https://turkistanlilar.com/col-olan-gol-ya-da-aral-golunun-faciasi-5-2/

ALTINCI YAZI: https://turkistanlilar.com/col-olan-gol-ya-da-aral-golunun-faciasi-5-3/

Devami

TÜRKİSTAN’IN ÜÇ ŞAİRİ

Mahdum kulu firagi Abay İbrahim beg ÇOLPAN

Derneğimizin  “Pilavlı sohbet toplantıları”,  Siyer-i Nebi ve  Türkistan Tarihi dersleriyle devam ediyor

29 Aralık 2013- Derneğimizin mutad olarak iki haftada bir Pazar günleri düzenlediği “Pilavlı sohbet toplantıları” sonuncusu bu hafta gerçekleştirildi. Bu hafta, Siyer-i Nebi Dersleri, “Mekke Dönemi’nde neden şiddet kullanılmadı” ve Türkistan Tarihi, “Türkistan’ın Üç Şairi: Mahdum Kulu, Abay İbrahim Kunanbayoğlu, Abdülhamid Süleyman Çolpan” konuları işlendi.

Dernek Başkanı Burhan Kavuncu “Türkistan’ın Üç Şairi” başlığı altında takdim ettiği sohbette özet olarak şunları söyledi:

“Bütün toplantılarımızda ısrarla Türkistan kavramının ehemmiyetini anlatıyoruz.  Çünkü bugün Türkistanlılar, kendi vatanlarının Türkistan olduğunu bilmiyorlar. Bizim ata babalarımız, hepsi de kendilerine “Türkistanlı” diyorlardı. Bin seneden fazladır Orta Asya’da atalarımızın yaşadığı yerlerin adı Türkistan’dı. Rus işgalinin ilk yıllarında bile böyleydi. Sonradan, Bolşevikler zamanında Türkistan ismi yasaklandı. Batı Türkistan beş cumhuriyet olarak parçalandı, halklarımız birbirinden uzaklaştırıldı. Doğu Türkistan’da da Çinliler ‘Türkistan’ı yasakladılar, ülkenin adını Sincan(Sin Kiang) olarak değiştirdiler. Almatı, Akmola, Taşkent, Buhara, Fergana, Kokant, Celalabad, Oş, Aşkabad, Bişkek, Duşanbe, Kaşgar, Urumçi, Mezar-ı Şerif’te yaşayan insanlar kendilerini tanıtırken şehirlerinin ismiyle beraber “biz Türkistanlıyız” derlerdi. Şimdi 1991’den beri Batı Türkistan’da resmi olarak müstakillik dönemi başladı. Ama hala kendimize Türkistanlı diyemiyoruz. Bu mesele milliyetçilik, kavmiyetçilik, urukçuluk değildir. Bu İslami bir meseledir. Çünkü küffar, bizi esir eden kafirler, bizi parçalayıp zayıf düşürmek için Türkistan’ı yasakladılar. Bizi Özbek, Kırgız, Tacik, Kazak, Uygur diye bölüp, birbirimize düşürmek için Türkistan’ı yasakladılar. Biz Türkistanlı olduğumuzu bilmezsek, onların korktuğu azad Türkistan’ı, Uluğ Türkistan’ı nasıl yeniden tesis edebiliriz?”

“Türkistan tarihinde büyük alimler, büyük liderler, büyük sanatkarlar yaşamış, insanlık tarihinde unutulmayan hizmetlerde bulunmuşlardır. Biz elbette İmam Buharileri, İbni Sina’ları bileceğiz. Amma şairlerimiz de bizi biz yapan önemli değerlerimizdendir. Bu sebeple Türkistan’ın önemli şairlerinden üçünü bugünkü dersimizde kısaca anlatacağım.

“Şairlerimizden birincisi Horasan Türkmenlerinden Mahdum Kulu Faraği’dir. 1733 yılında İran Türkmen Sahra’sında Hacı Kavuşan köyünde doğdu. Atası Devlet Mehmet Azadi’den ilk İslami bilgilerini aldıktan sonra, Lebap’taki İdrisbaba medresesinde başlayan tahsiline Buhara Göktaş medresesinde devam etti. Yüksek bilgilerini Hive Şirgazi medresesi    ve Ahmet yesevi medresesinden aldı. Bu medreselerde dini ve edebi ilimler tahsil etti. Şiirleri kendi adıyla anılan Divan’ında toplanmıştır. Akıl, iman, insani değerler ve Allah aşkını işlediği şiirlerin, beş asır önce Anadolu’da yaşamış Yunus Emre’nin şiirlerine şaşılacak derecede benzemesi dikkat çeker. Bir örnek olarak (Türkiye Türkçesiyle):

EKİP GEÇTİ

Evvel Adem indi dünya/ Bu dünyayı ekip geçti/ Öz devrinde Nuh Peygamber/ Neccar işin tutup geçti.

Cennet içre diri giren/ İdris köynek dikip geçti/ Yunus balığın karnında/ “Ente sübhan” okup geçti.

Tâ İsa gelince daim/ Eshab-ı Kehf yatar kaim/ Hakk’ın yolunda İbrahim/ Canın oda yakıp geçti.

Mahdum Kulu Faraği, 1797 yılında Türkmen Sahra Aba Sari Çeşmesi’nde vefat etti. Mezarı Ak Tokkoy köyündedir.

“İkinci şairimiz 1845 yılında Doğu Kazakistan’ın Semen vilayetinde Şıngıstavı (Şingiz dağı) köyünde doğan ABAY İBRAHİM KUNANBAYOĞLU.

“Abay İBRAHİM 20 yaşına kadar medreselerde dini tahsil gördü. Arapça, Farsça ve Rusça öğrendi. Sonra Doğu klasiklerini ve Batılı yazarları, özellikle Rus şair ve yazarları okudu. A.Puşkin’in şiirlerinden bazılarını Kazakçaya çevirdi. Şiirleri Kazak sözlü edebiyatının en fazla bilinen örneklerindendir. Kazak bozkırkırlarında Abay şiirlerinin ezbere okunduğu söylenir. Şiirin yanı sıra düz yazı ile de bir çok makalesi bulunan Abay İBRAHİM, bu yazılarında felsefi düşüncelerine, eğitime ve özellikle çocuk psikolojisine, Allah’ın buyruklarına göre yaşamanın gerekliliği gibi konulara yer vermiştir. Şiirleri ölümünden sonra neşredildi. Düz yazıları Kara Sözder (Halk Sözleri) ismini taşır. Eserleri şiir ve düz yazılar olarak iki ayrı kitapta toplanarak basılmaktadır. (Prof. Abdulvahap Kara, Arman Dergisi, Kazak Türkleri Vakfı, 2004). Abay İbrahim Kunanbayoğlu 1904 yılında Cengizdağı sırtlarında Balaşakpak yaylasında vefat etti. Mezarı Semey vilayetine bağlı Abay ilçesindedir. 1917 yılında kurulan Alaş Orda Milli Hükûmeti Abay İBRAHİM’i manevi lideri olarak kabul etmişti. Günümüz Kazakistan’ında milli şair olarak anılmaktadır.

Şiirlerinden en çok bilinen iki örnek:

Mahabbatpen jaratkan adamzattı
Sen de süy Allanı janan tetti
Adamzattın berin süy bavrım dep
Jane hak joli osı dep ediletti

“(Allah) insanı muhabbetle yarattığı için
Sen de sev Allah’ı canından tatlı
İnsanların hepsini sev ‘kardeşim!”diyerek
‘Hak yolu budur.’ diye (insanlararasında) adaleti gözet.”

Allanın özi de ras, sözi de ras,
Ras söz eş vakıtta calgan bolmas.
Köp kitap keldi Alladan, onın törti,
Allanı tanıtuvga sözi ayrılmas.

Allah’ın kendisi de gerçek, sözü de gerçek,
Gerçek söz hiçbir zaman yalan olmaz.
Çok kitap geldi Allah’dan, onun dördü,
Allah’ı tanıtırken sözü ayrılmaz.

Mahdum Kulu ve Abay İbrahim’in şiirleri ile benzerlik gösteren Anadolu Türkmen kocası Yunus Emre’nin şiirlerinden de bir örnek sunalım:

Gönül Çalab’ın tahtı/ Çalap gönüle baktı/ İki cihan bedbahtı/ Kim bir gönül yıkar ise.

Sen sana ne sanırsan/ Ayruğa da onu san/ Dört kitabın manasın/ Budur eğer var ise.

 

“Bugün hatırladığımız üçüncü Türkistan şairi, Şehid Abdülhamid Süleyman Çolpan’dır.

Çolpan 1897’de Fergana vilayetine bağlı Andican’da doğdu. Medresede dini ilimler tahsiliyle beraber Arapça, Farsça, Rusça ve İngilizce öğrendi. 1917-1918’de Orenburg’da Başkırt Milli Hükûmeti’nin genel sekreterliğini yaptı. Tagor, Puşkin, Gorki, Şekspir gibi Batılı yazarları Özbekçe’ye tercüme etti. Şiirlerini Oyganış, Bulaklar, Tansırları isimli kitaplarında topladı. Türkiye’deki İstiklal harbi sırasında yazdığı şu dizelerle Anadolu’ya destek verdi:

Ey İnönü, ey Sakarya, ey istiklal erleri yürü

Mazlumlar tufanın öç alguçu selleri.

Hayatı boyunca komünist Rus işgalcilere boyun eğmedi. Defalarca yargılandı, toplumsal linçe tabi tutuldu, sekiz defa tutuklandı. Stalin’in başlattığı tutuklama kampanyasında 1937 yılında da tutuklandı. Son yargılamada idam cezasına çarptırıldı. 4 Ekim 1938 tarihinde idam edildi. Türkiye’de İslami liderlere yapılan kabrini yok etme uygulaması, Türkistan’da da ÇOLPAN’a tatbik edildi. Halen mezarı belli değildir. Katledilmesinden 19 sene sonra 1957 yılında Sovyetler Birliği büyük şair Abdülhamid ÇOLPAN’ın suçsuz olduğuna karar vererek aklandığını ilan etti”.

Unutulmaz şiirlerinden birisi, Türkistanlıların milli şarkısı olan Güzel Türkistan’dan birkaç mısra:

Güzel Türkistan senge ne boldi?

Sebep vakitsiz küllerning soldu.

Birligimizning teprenmes tagı

Umidimizmin sönmez çerağı

Birleş ey halkım kelkendür çağı

Bezensin imdi Türkistan bağı.

Kozgal halkım yeter şunca cevrü cefalar

ÇOLPAN’ın unutulmayan şiirlerinden birisi de Gülen Başkalardır Ağlayan Benim:

Külgen başkalardır

Yığlayan menmen

Oynagan başkalardır

İnlegen menmen

Erk erteklerin işitgen başka

Kulluk koşugun tinlegen menmen

***

Erkin başkalardır

Kamalgan menmen

Hayvan katarında sanalgan menmen.

Burhan Kavuncu konuşmasını “Şehid şairimiz Abdülhamid Süleyman ÇOLPAN’a, Mahdum Kulu FARAĞİ’ye ve Abay İbrahim KUNUBAYOĞLU’na Allah’tan rahmet ve magfiret diliyoruz” diyerek bitirdi.

Devami

TÜRKİSTAN DAVASININ PRATİK REHBERİ (TÜRKÇE)

Bismillahir Rahmanir Rahim

Türkistan Davası:

-Türkistan’da yaşayan halkların dini, ekonomik, hukuki, sosyal, eğitim vs yönden gelişmesi,

-İnsani hak ve özgürlüklere sahip olması,

-Kendi yöneticilerini seçmesi,

-İmanı kardeşlik ve İslam medeniyetinin ihyası davasıdır.

-Türkistanlılar ırkçılığı, kavmiyetçiliği ve çeşitli kabileler arasındaki çatışmaları reddederler.

Türkistan Neresidir:

Türkistan Orta Asya’da yaşayan Müslüman halkların vatanıdır. Türkistan günümüzde:

-Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan, Doğu Türkistan ve Afganistan’in kuzey topraklarını içermektedir.

Türkistan Davasının Esasları:

-Faydalı ilim: Doğru dini ilimler ve faydalı dünyevi ilimler.

-Sahih iman ve salih ameller.

-İmanı kardeşlik.

-Meslek sahibi olmak, helal ticaret ve ekonomik güç.

Türkistan Davasına Hizmet Edenlerin Bilmesi Gerekenler:

-İslam dininin esasları

-Çocuklar ve gençler için ilk, orta ve yüksek eğitim.

-Dünya devletleri ve İslam ümmetinin gerçekleri

-Türkistan ve İslam tarihinin önemli noktaları

İslam dininin esasları:

-Tevhit İnancı

-Farz ameller (ibadetler)

-Helal ve haramlar

-İslam hukuku ve İslami Yönetim

-İslami Ekonomi

-İslami Eğitim ve Müslüman Ailenin korunması

Tevhit İnancı:

-Allah (cc) Bir’dir, Es-Samet’ir, doğmamıştır, doğurmamıştır, zatı ve sıfatlarında eşi ve benzeri yoktur. Allah (cc) tek Rabdir, yani yaratan, yöneten, rızk veren, öldüren ve yeniden diriltecek olandır. Allah (cc) tek İlah’dır, yani kutsal olan, en çok sevilen ve korkulan, dua ve tevekkül edilen, ibadet ve itaat edilendir. Allah (cc) El-Evvel v’el- Ahir, El- Zahir v’el- Batın olandır. Allah (cc) her şeyi gören, bilen ve işitendir. Hiç bir şey Allah’a eşit ve denk değildir. Allah’a inananlar O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere de inanırlar.

Tevhidi şirk bozar:

Şirk Allah’a ortak koşmaktır, yani kişinin Allah’a inandığı halde sahte ilahlara (putlara) tapmasıdır. Allah şirki affetmez, ondan başka günahları istediği kulları için affedebilir. Şirkin (putperestliğin) çeşitleri:

Heva putuna uymak: Heva putu nefsin kötü isteklerine uyarak Allah’a ibadet ve itaati terk etmektir. İnsanların Allah’a şirk koşmasının, küfre düşmesinin ve münafık olmasının ana nedeni onların heva putuna uymasından başlar. Heva putundan korunmak nefsin tezkiyesi ile olur. Nefis tezkiyesi Kuran-ı Kerim okumak ve anlamak, ona iman etmek, onunla amel etmek, devamlı Allah’ı zikir etmek, tevbe ve istiğfar etmek, müminlerle beraber olmakla gerçekleşir.

-Tağutlara uymak: Tağut Allah’tan başka ibadet ve itaat edilen her şeydir. İslam’dan başka bütün ideoloji ve düzenler (kapitalizm, sosyalizm, faşizm, ateizm, sekülerizm, diktatörlükler vs)Tağut sayılır.

-Heykellere tapmak. Muhammed (sav) zamanında Mekke müşrikleri Lat, Üzza, Manat ismindeki putlara taparlardı.

-Ruhbanlara uymak: Ruhban “kutsal din adamı” manasına gelir.

Ruhbanlar Allah’ın (cc) helal dediğini haram, haram dediğini ise helal sayanlardır. Yine ruhbanlar gaybı bildiğini iddia eden, kutsal sayılan, Allah (cc) ve kulları arasında vasıtacı olduğu iddia edilen, masum ve hatasız kabul edilen, emirleri hatalı olsa bile tartışılmayan kimselerdir. İslam âlimlerinden dinimizi öğrenmek buna girmez. İslam âlimleri yukarıda sayılan özellikler kendilerinde bulunmadıkça ruhban sayılmazlar, onların doğru görüşlerine uyulur, hataları tenkit edilir ve düzeltilir.

-Kabirlere  tapmak, yani ölülerden yardım istemek. İslam dininde esas Allah’a inanmak ve O’ndan yardım istemek, O’na dua, ibadet ve itaat etmektir. İslam’da kabir ziyareti ancak merhumlara Allah’tan mağfiret istemek ve ölümü hatırlamak için yapılır.

-Falcılara, kahinlere, astrolojiye inanmakta şirk çeşitleridir.

Nifak (münafıklık) yalan söylemek, emanete hıyanet etmek, ahdini bozmakla olur. Bunun yanında İslam’ı ve Müslümanları sevmemek, İslam düşmanları ile Müslümanlara karşı savaşmakla insan gerçek münafık olur.

Küfür Allah’ı, Meleklerini, Kitaplarını, Peygamberlerini, Ahiret gününü ve Kaderi reddetmek, İslam’a ve Hz. Muhammaed’e (sav) hakaret etmek, Kuran ayetlerini ve hükümlerini reddetmekle, helal ve haramı reddetmekle olur.

Farz ameller (ibadetler)

-Farz ameller namaz kılmak, zekat vermek, ramazan orucunu tutmak, hacca gitmektir. Günde beş vakit namaz kılmak İslami ibadetlerin esasıdır. Kelimeyi şahadet getirdiği halde farz amelleri kılmayanlar Müslümanlardan sayılsa bilse gerçek manada mümin değillerdir.

Helal ve haramlar

-Kuran-ı Kerim’de leş, kan, domuz eti, Allah’ın adıyla kesilmeyen hayvanların eti, boğularak ve dövülerek öldürülen hayvanların etleri,  alkol ve buna benzer yiyecek ve içecekler haram kılınmıştır. Dinimizde yalan söylemek, gıybet etmek, suçsuz yere insan öldürmek, faiz yemek, hırsızlık, zina yapmak, alkol ve uyuşturucu kullanmak, Müslüman anne-babaya âsî olmak, cihattan kaçmak büyük günahlardan sayılır.

İslam hukuku ve İslami yönetim

-İslam dininde insanların dini, canı, aklı, malı, nesli, namusu ve şerefi dokunulmazdır.

-İslamda dini ve dünya hayatına ait değerler (buna siyaset alanı da dahildir) bir birini reddetmez.  İslami yönetim Müslümanların kendi Meclislerini (Şuralarını) seçmeleri ile gerçekleşir. Yönetici olmanın şartları sahih iman ve Salih ameller, doğruluk ve adaletli olmak, yönetim işinde (siyasette) ehil olmaktır. İslami toplumda halk  hukuki ve mesleki sivil örgütlerini kurabilir.

İslami ekonomi

-İslami ekonomi özel mülk edinme, girişim ve ticaret, yani helal kazanca dayanır. Malın ve paranın zekatını vermek farzdır ve zenginlik belli bir zümrenin elinde toplanmayacaktır. İslam’da faiz, rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluk yasaktır.

İslami eğitim ve Müslüman ailenin korunması

-İslami eğitim dini ilimleri ve faydalı dünyevi ilimleri öğrenmektir. Dini ilimler Kuran-ı Kerim okumak ve mealini öğrenmek, tefsir, fıkıh ve hadis ilimleridir. Faydalı dünyevi ilimleri ana dili, arap dili, yabancı diller, matematik, fizik, kimi, biyoloji, tarih gibi ilimlerdir. İslam dini aileye büyük önem veriyor ve aileyi yeni Müslüman nesiller yetiştirme ocağı olarak görüyor.

Dünya devletleri ve İslam Ümmetinin gerçekleri

İki kutuplu dünya düzeni bittikten sonra yeryüzünde mücadele İslam ve onun karşıtları arasında devam etmektedir. İslam karşıtı devletler kendi aralarında menfaat çatışmalarını da sürdürmektedirler. Bu devletler Müslümanları direkt (Afganistan ve Irak gibi) ve dolaylı yoldan sömürmektedirler. Müslümanların devlet yöneticilerinin çoğu diktatörlüğü esas alarak halklara özgürce yaşam, kendi yöneticilerini seçme ve İslam topraklarında serbest dolaşma ve çalışma hakkı tanımamaktadır.

 İslam ve Türkistan tarihinin önemli noktaları

-İslam Ümmeti önce saadet asrını yaşamış, Raşit halifeler tarafından yönetilmiş, sonra Emeviler, Abbasiler ve Osmanlılar tarafından yönetilmiştir. 1924’ten sonra İslam Ümmeti birliğini kaybetmiş ve çeşitli devletlere parçalanmıştır.

-Türkistan hicri ikinci yüz yılda İslam’la şereflenmiştir. Bundan sonra Türkistan topraklarında Karahanlılar, Harezmşahlar gibi devletler oluşmuştur. Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türkistanlılar buralarda Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük devletleri kurmuşlardır. Türkistan’da Buhari ve Tirmizi gibi İslam alimleri, Biruni, Uluğbey gibi ilim dehaları yetişmiştir. 15. ve 16. yüzyılda Türkistan’da Timur ve onun aile fertleri devletler kurmuştur. 16. yüzyıldan sonra Türkistan Buhara, Hiva ve Kokand hanlıklarına bölünmüştür. 18. yüzyılın ortalarından başlayarak Ruslar Türkistan’ı esir almışlardır. 1920’lı yıllarda Türkistan’da kurulan mahalli Sovyet devletleri 1991 yılında yok olmuş ve onların yerine şimdiki bağımsız devletler ortaya çıkmıştır. Türkistan’ın önemli parçası olan Doğu Türkistan hale Çın işgali altındadır.

Türkistanlıların yardımlaşması

Sosyal yardımlaşma:

—Ekonomik olarak zor durumda olan bireylere ve aileler maddi ve erzak yardımı. Zorluklara ve musibetlere karşı dayanışma içinde olmak.

Hukuki dayanışma:

—Türkistan coğrafyasında yaşanmakta olan çeşitli baskı ve zulüm politikalarını medyada ifşa etmek, kınamak, mazlum Türkistan halklarının hukuklarını mahalli ve uluslar arası alanda savunmak, ikamet problemi olanlara kanunlar çerçevesinde yardım etmek.

Eğitimde yardımlaşma:

—Kuran kursları açmak. Üniversite talebelerine, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine ilmi ve maddi yardım etmek. Gençlere meslek edinmede yardım etmek.

Sivil toplum kurumlarının dayanışması:

—Türkistan davasına hizmet eden kardeş sivil toplum kuruluşları ile dayanışma içinde olmak, mahalli ve uluslar arası çapta ortak toplantılar, konferanslar düzenlemek

Türkistan bir devlet midir?

Günümüzde Türkistan bir devlet değildir. Bugünkü jeopolitik ve başka nedenlerden dolayı Türkistan’ın bir devlet olması da önemli değildir. Önemli olan Türkistan halkları ve devletlerinin bütün konularda işbirliğini yola koymasıdır. Öncelikle devletlerimiz arasındaki sınırların, halklarımız arasında insani ve ticari yolların açılmasıdır. Devlet yöneticilerinin birbirlerine yakınlık göstermesi, dış siyasette işbirliği yapmaları da çok önemlidir.

NOT: Bu metin Türkistanlılar için bir hatırlatmadır. İsteyen kardeşlerimiz bu konudaki fikir ve tekliflerini bize iletebilirler.

 

 

Devami

ÇÖL OLAN GÖL YA DA ARAL GÖLÜNÜN FACİASI (4)

ARAL GÖLÜNÜN FACİASI

DÖRDÜNCÜ YAZI

BAĞIMSIZLIK ÇİLELERİ

YAZININ ÖZETİ

Memleket yönetimi kendinin gösterişte olsa bile özgürlüklerden yana olduğunu ortaya koymaya çalıştı. Bu şekilde 1991 yılın sonunda Özbekistan’da muhalefette olan ERK partisinin lideri Muhammed Salih’ın katıldığı bir Cumhurbaşkanlığı seçimi gerçekleştirildi. Seçimin favorisi memleket yönetimini ve bütün medya kurumlarını elinde bulunduran İslam Karimov idi. Buna rağmen seçim yarışının başa baş gittiği bir gerçekti. Onun için önce muhalefet adayının oyları yüzde kırk oranlarında açıklandı. Sonradan bu oran resmi olarak yüzde 12 yakın bir rakam olarak belirtildi. Bu seçime hile karıştığında kimsenin şüphesi yoktu.

Sovyetler Birliğinin dağılması insaniyet tarihine şaşırtıcı, yani sürpriz bir olay olarak geçmiştir. Hele Orta Asya halklarının bağımsızlığı bölgede yaşayan insanların rüyasına bile girmemiş denilse yanlış olmayacaktır. Çünkü bölgede komünist baskı son ana kadar devam ettiği gibi mahalli komünist yöneticiler Moskova onları geri çevirse bile kendi bağımsızlıklarını değil, Sovyetlerin varlığının korunması için çaba göstermişlerdir. Örneğin, Baltık Cumhuriyetlerinin ve başka halkların milletvekilleri son Sovyet parlamentosunun oturumlarına katılmayı reddederken, Orta Asya milletvekilleri parlamentonun boş koltuklarında olmayacak oturumu beklemekte idiler.

Gorboçov’un başlattığı “Perestroyka”  (yeniden oluşum) ve “Glasnost” (Açıklık, fikir özgürlüğü) siyaseti Baltıklarda, Kafkaslarda, Doğu Avrupa’da, hatta Rusya’nın kendi içinde geniş yankı bulurken Orta Asya cumhuriyetleri bu konuda derin uykuda idiler. Ancak Sovyetlerin dağılmasına doğru örneğin Özbekistan’da 1989 yılda ilk milli hareket olan “Birlik” ortaya çıkmıştır. Maalesef, bu hareket doğar doğmaz kendi içinde çelişkiler yaşamış ve sonradan parçalanmıştır. Tacikistan’da başlayan milli uyanma hareketi İslam taraftarları ve komünist hükümetin kavgasına dönüşmüş ve bu şekilde başlayan iç savaşta yüz binlerce insan öldürülmüştür.

Sovyetler Birliğinin dağılmasını istemeyen komünist rejim 1991 Mart ayında halk oylamasına gitti. Baltık Cumhuriyetleri Litvanya, Latvia ve Estonya halkları oylamaya katılmayı reddederken, Birliğin korunması için yüzde yüze yakın oy oranları Orta Asya bölgesinde görünmüştür. Ben bu olayların bizatihi şahidi olarak bunları yazıyorum. O zor dönemlerde Özbekistan’ın güneyinde vatanimizin bağımsızlığı için az olsa da gayret etmeye çalışıyorduk. ERK partisinin hazırladığı bağımsızlık broşürünü insanlara dağıttığımız için yerli komünist yöneticilerin çeşitli baskılarına maruz kalmıştık. Böyle durumlarda zalimlerin kullandığı yöntem düzen muhaliflerini çalıştıkları iş yerlerinden kovarak onları ve ailelerini aç bırakmaktan ibaretti. Çünkü bütün iş yerleri devletin kontrolünde olduğundan iş yerinden atılanların bunu yapanlara karşı koyacakları hiçbir şey yoktu.

Sovyetlerin gittikçe zayıfladığını gören aşırı komünist güçlerin buna karşı bir şeyler yapması gerekirdi. Nitekim Sovyetlerin üst askeri ve istihbarat (KGB) yetkilileri Gorboçov’un yardımcısı Yanaev başkanlığında bir cunta oluşturdular. Bu hain cunta ortaya çıkar çıkmaz Sovyetler Birliği hududunda iktidara el koyduğunu ilan etti. Cunta yönetimi Gorboçovu Kırım’da bir evde hapse attılar. Olay bütün dünyada geniş yankı bulurken, özgürlükten yana olan herkes cuntaya itaatsizlik bildirileri yayınladı. Ancak olay karşısında şok yaşayan Orta Asya Cumhuriyetlerinin komünist yöneticileri cuntaya destek çıkmada gecikmediler. Hatta mahalli rehberlerden birinin o tehlikeli günlerde “Bizim olağanüstü yönetimin (cuntanın) direktiflerini yerine getirmemize gerek yok. Çünkü bu sıkı direktifleri bizler önceden uygulamaktayız” dediğini asla unutamam. Komünist cunta o zamanlar Rusya yönetiminin başında olan Boris Yeltsin’nin girişimleri ile üç günde son buldu. Gorboçov özel uçakla Moskova’ya getirilirken Rusya, Ukrayna ve Belarus önderleri Minsk’da bir araya gelerek Sovyetler Birliğinin yerine Bağımsız Devletler Birliğinin tesis edildiğini ilan ettiler. Milli bağımsızlıktan yana olan bizler sevinçten gözyaşları dökmekte idik. Gorboçov durumu kurtarmak için gayret ediyordu. Bir de cuntayı destekleyenlerden intikam alınması söz konusu idi. İntikam alınacakların başında ise Orta Asya cumhuriyetlerinin liderlerinin olması şüphesizdi. İşte Gorboçov’un intikamından kurtulmak için bu liderler bir biri ardına kendi cumhuriyetlerinin bağımsızlığını ilan etmek mecburiyetinde kaldılar. Yani onlar bunu vatanlarını sevdikleri için değil, kendi canlarını kurtarmak için yaptılar…

Vatanımızın bağımsızlığından yana olan bizler sevinçten havada uçuyorduk. Artık bizim de öz vatanımız vardı. Artık milli değerleri yaşama koyma zamanı gelmişti. Olanlardan şokta olan komünist yönetim ne yapacağını şaşırmıştı. Ama yine de uyanık idiler. Artık komünizmin ömrünün bittiğini bildikleri için mensubu oldukları partinin adini Halk Demokratik Partisi olarak değiştirdiler. Bağımsızlığın çilesini bizler çektik ama bir anda eski komünist yeni halk demokratları kendilerini bağımsızlık kahramanları ilan ettiler. Bu arada bizlerin de omuzlarımıza dokunarak siz ne kadar haklı imişsiniz diyen eski komünist önderler de vardı. Bundan dolayı mesela Özbekistan’da rejim muhalifi olan ERK ve BİRLİK teşkilatlarına resmi faaliyette bulunma izni verilmişti. Hatta ERK partisinin gazetesi yüz bine kadar satıyordu. Memleketin güneyinde muhalefet yayını olan “Adalet” adında gazete piyasaya çıkmıştı…

Memleket yönetimi kendinin gösterişte olsa bile özgürlüklerden yana olduğunu ortaya koymaya çalıştı. Bu şekilde 1991 yılın sonunda Özbekistan’da muhalefette olan ERK partisinin lideri Muhammed Salih’ın katıldığı bir Cumhurbaşkanlığı seçimi gerçekleştirildi. Seçimin favorisi memleket yönetimini ve bütün medya kurumlarını elinde bulunduran İslam Karimov idi. Buna rağmen seçim yarışının başa baş gittiği bir gerçekti. Onun için önce muhalefet adayının oyları yüzde kırk oranlarında açıklandı. Sonradan bu oran resmi olarak yüzde 12 yakın bir rakam olarak belirtildi. Bu seçime hile karıştığında kimsenin şüphesi yoktu.

Bu günlerde Tirmiz şehir yönetiminde gerçekleşen bir toplantı hatıramda canlı duruyor. Şehir yönetimi artık kendi toplantılarına biz muhalifleri davet etmeye başlamıştı. Ben toplantıda şehir merkezindeki Lenin heykelini ortadan kaldırılmasını teklif etmiştim. Toplantı salonunda çoğunluk eski komünistlerden ibaretti. Onlar hep beraber üzerime yürüdüler ve beni âdete linç etmek istediler. Onlara göre ben bu komünist kafaların ilahına hakaret etmiştim. Polis beni bu mankurtların elinden zor kurtarmıştı. Toplantıyı yöneten şahıs beni sapıklıkta suçladı. Aradan çok zaman geçmeden yine de Lenin heykeli şehir merkezinden indirildi. Heykelsiz daha doğrusu putsuz yaşamaya alışamayan kafalar bu defa  Lenin’ın heykelinin yerine imam Tirmizi’nin heykelini diktiler. Biz doğal olarak buna da itiraz ettik. Eski komünistlerin cevabi şöyle oldu: “Siz muhalefet zaten sapıksınız. Sizler Lenini sevmediğiniz gibi kendi büyüğümüz olan imam Tirmizi’yi de sevmiyorsunuz”. O günlerde olduğu gibi bugün de bu mankurtlara İslam dininin en önemli isimlerinden biri adına heykel dikmek sapıklık olduğunu anlatmak nafiledir…

Bağımsızlıkla gelen yarı özgürlük kısa sürede sona erdi. 1993 yıldan itibaren memleketteki bütün muhalif hareketler ve onların yayınları yasaklandı. Hükümete itaat etmek istemeyenler tutuklama ya da polis dayağı ile korkutulmaya çalışıldı. Bu şekilde zamanımızın en acımasız diktatörlük rejiminin temelleri atılıyordu. Yüzlerce sene özgürlük bekleyenlere hapishane ya da hicret yolları görünmeye başlamıştı. İşte bu şartlar altında ben on sekiz sene önce “Merhaba Türkiye” demeye mecbur kalmıştım…  (Devam edecek)

BIRINCI YAZI: https://turkistanlilar.com/col-olan-gol-ya-da-aral-golunun-faciasi/

İKİNCİ YAZI: https://turkistanlilar.com/col-olan-gol-ya-da-aral-golunun-faciasi-2/

ÜÇÜNCÜ YAZI: https://turkistanlilar.com/col-olan-gol-ya-da-aral-golunun-faciasi-3/

Devami

ÇÖL OLAN GÖL YA DA ARAL GÖLÜNÜN FACİASI (3)

ARAL GÖLÜNÜN FACİASI

ÜÇÜNCÜ YAZI

KOLHOZ VE SAVHOZ ESARETİNDE

YAZI ÖZETİ

Oysa 1960 yıllardan başlayarak Özbekistan bağımsızlığını ilan edene kadar istisnasız bütün Özbek halkı Sovyetlerin pamuk planını yerine getirmek için çalışmışlardır. Pamuk toplama dönemi olan sonbaharda Özbekistan’da bütün iş yerleri, okullar, üniversiteler kapatılarak milletin bütün üyeleri kızıl milis kontrolünde pamuk tarlalarında çalışmaya zorlanmıştır. Bu çalışma şartlarının faşistlerin gettolarından hiç farkı yoktu. Öyle ki bazı pamuk toplayanlara iş ücreti verilmediği gibi devletin borçları bu insanların cebinden ödenirdi. Bu şartlarda çalışanların mükâfatı ise devletin pamuk planı yerine getirildikten sonra Komünist Parti yönetiminin teşekkür mektubunu dinlemeleri idi.

Sovyetler kendi düzenlerini şu üç esasa dayandırmışlardı: Bu esaslar Ateizm, yani dinsizlik, Proleter düzeni; yani işçi ve çiftçi iktidarı ve son olarak özel mülk yerine devlet mülkünün tesisidir. İşte Aral gölünün felaketi böyle bir vahşi düzenin neticesi demek gerçeği tam olarak yansıtmaktadır. Gerçi Sovyet rejiminin Türkistan topraklarında ki tesisi Rus baskıncılarına o kadar da kolay olmamıştır. 20. Yüzyılın başlarında Türkistan bölgesinde kendilerini Cedidciler (yenilikten yana olanlar) diye tanıtan aydınlar grubu faaliyette bulunmuşlardı. Bunlar arasında imamlar,  şairler ve başka aydınlar vardı. İmam Mahmut Hoca Behbüdi, şair Çolpan Cedidcilerin en ileri gelenlerindendir. Çolpan’ın “Kişen giyme, boyun eğme ki sen de hür doğmuşsun” şiiri bu aydınların şiarı idi. Bununla beraber 1918 yılında Kokand’da Özerk Cumhuriyet ilan edilmişti. Ancak Sovyetlerin planlarında Çarlık Rusya’nın mazlum halklarına özerklik verme niyetleri yoktu. Kokand Özerk Cumhuriyeti vahşi şekilde bastırıldıktan sonra bölgede bağımsızlık için mücadele eden silahlı gruplar ortaya çıkmaya başlar. Ruslar kendi baskıcı rejimlerini gizlemek için bu milli mücadelecilere “Basmacı” adını verirler. Bu milli mücadele hareketi bütün Türkistan bölgesinde ikinci dünya savaşının başlamasına kadar devam eder. Öte yandan zorba Stalin halkı kolektif çiftliklerde toplamak için harekete geçer. Bunun için bölgede suni açlık meydana getirilir ve Türkistan halkı adete açlıktan kırılır. Sadece günümüzdeki Kazakistan hudutlarında ölenler sayısı üç milyonu aşmaktadır. Sovyetlerin en korkunç uygulaması idare ettikleri insanları Kolhoz ve Sovhoz adını verdikleri devlet çiftliklerinde köle olarak çalıştırmaktan ibaretti. Ekmeksiz ve çaresiz kalan halk Stalin’in kolhoz ve savhozlarına üye olarak canını kurtarır. Stalin bununla yetinmez. Yerli halkın dini, dili ve milli medeniyeti esasından yok edilir. Mescitler kapatılır ya da kolhozların depoları haline getirilir. Kur’an alfabesi yerine Rus alfabesi tesis edilir. Milli his ve heyecan taşıyan bütün aydınlar yok edilir.

İkinci dünya savaşında Türkistanlılar Sovyet Kızıl Ordu saflarında Hitler’in faşist askerlerine karşı savaşırlar. Ancak onlardan bir kısmı Alman ordusuna teslim olduktan sonra Türkistan ordusunu kurarak Sovyetlere karşı koyma için çabalar. Savaş sırasında zor günler geçiren Ruslar Orta Asya şehirlerine taşınmaya başlarlar. Yerli halkın misafirperverliği onları adete mest eder. Bu sebepten dolayı onlar Taşkent’e “Ekmek şehri” adını verirler. Ancak Ruslar buralara yerleşmekle beraber yerli halkı manevi yönden yok etmeyi de ihmal etmezler. Onların kendilerine has olan vurdumduymazlık, ahlaksızlık, hayâsızlık, alkol bağımlılığı gibi özelliklerini yerli insanlara aşılamaya başlarlar. Rus dili yerli halka ana dili gibi öğretilir. Neticede örneğin Kazaklar ve Kırgızların nerede ise hepsi ana dillerinde okuyamaz ve konuşamaz hale gelir.

İkinci dünya savaşından sonra başta Amerika olmak üzere batı ve doğu blokları arasında “soğuk savaş” dönemi başlar. Böyle savaş karşıt taraflar arasında silahlanma yarışına döner. Taraflar özellikle nükleer silah üretiminde birbirini geçmeye çalışırlar. Buna ABD ve SSCB arasında uzaya roket ve mekik gönderme yarışı eklenince taraflar ekonomik sıkıntıya girerler. İşte bu nedenden Sovyetler Birliği yönetimi Orta Asya’da pamuk üretimini artırma kararı alır. Pamuk üretimi örneğin Özbekistan’da altı milyon tona kadar yükseltilir. Bu ancak Aral gölünü su ile besleyen Amu Derya ve Sir Derya nehirleri üzerinde su barajları inşa etmekle mümkün olabilirdi. Neticede Aral gölü suyu şiddetli şekilde çekilmeye başlar. Böylece göl suyu oranı 1960’larda senede yaklaşık 20 cm, 1970’lerde senede 50-60 cm ve 1980’lerde senede 80-90 cm azalır. 1989’da ise Aral Gölü ikiye ayrılır: Göçük göl (kuzey) ve Büyük göl (güney).

Sovyetlerin son döneminde yaşlı liderlerin ölümü ile iktidara yeni gelenler kendilerini temize çıkartmak için Özbekistan’da “Pamuk Dosyası” adında yerli yöneticileri ve aydınları yok etme projesini ortaya atarlar. Özbekistan Komünist Partisinin o zamanlardaki başkanı, onun yardımcıları, sayısızca il, ilçe, kolhoz ve sovhozların liderleri hapse atılır. Özbeklerin hepsi rüşvet verme ve almada suçlanır. Yani Özbeklerin milli gururu kuruyan Aral gölünün dibine gömülmek istenmiştir.

Oysa 1960 yıllardan başlayarak Özbekistan bağımsızlığını ilan edene kadar istisnasız bütün Özbek halkı Sovyetlerin pamuk planını yerine getirmek için çalışmışlardır. Pamuk toplama dönemi olan sonbaharda Özbekistan’da bütün iş yerleri, okullar, üniversiteler kapatılarak milletin bütün üyeleri kızıl milis kontrolünde pamuk tarlalarında çalışmaya zorlanmıştır. Bu çalışma şartlarının faşistlerin gettolarından hiç farkı yoktu. Öyle ki bazı pamuk toplayanlara iş ücreti verilmediği gibi devletin borçları bu insanların cebinden ödenirdi. Bu şartlarda çalışanların mükâfatı ise devletin pamuk planı yerine getirildikten sonra Komünist Parti yönetiminin teşekkür mektubunu dinlemeleri idi.

Böyle manzara Sovyetler döneminde Orta Asyalı insanların ne derecede köleleştirildiğini göstermektedir. Bu zaman diliminde Türkistanlıkların dini ve milli değerleri ayaklar altına alınmış ve buranın insanları ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un dediği gibi mankurtlar haline getirilmek istenmiştir. İnsanları ilk olarak mankurtlaştıran Moğollar savaş esiri aldıkları Türkleri ülkesine götürerek belirli bir işleme tabi tutardı. Bu işlem esirlerin başına kadar toprağa gömülmesiyle başlar sonra esirin kafası kazınırdı. Bir manda veya deve derisiyle kafa çevrildikten sonra güneşe bırakılırdı. Zamanla genleşerek eriyen deri esirin beynini zedeler ve hafıza kaybına yol açardı.
Bu işlemden esirlerin çok azı sağ olarak kurtulabilirdi. Daha sonra hafızasını kaybeden Türk, Moğollarca yetiştirilir ve savaşlarda en ön safta Türklere karşı kullanılırdı.

İşte Sovyet döneminin komünist rejimi Orta Asya halklarını buna benzer bir şekilde mankurtlaştırmıştı. Bundan dolayı bölge halkı dinini, milli değerlerini yitirdiği gibi kendilerini de tanımayacak dereceye geldiler. İnsanlar Lenin ve Stalin’in putlarına taparken mutlu şekilde şarkılar söylediler. Aydın ve yazar sıfatlarını taşıyanlar Sovyet rejimi için methiyeler yazdılar. Bu eserlerinde onlar Rusya’nın kendi vatanları olduğunu iddia eder derecesinde ileri gittiler. Bölge insanları toplumda önemli yere gelebilmek için Komünist parti üyesi olmakta yarıştılar. Okullarda çocukların bu partinin gençlik kollarına kayıtları yaptırıldı.

Yetmiş yıllık komünist zülüm sadece Aral gölünü yok etmekle yetinmedi. Bu zamanda yaşayan insanların bir kısmı katliama maruz kaldığı gibi geride kalanlar manen öldürüldüler. Bu vahşi rejimin sonunda ortada suçlanacak kimse kalmadı. Rejimin düşmesi ile Sovyetlere çalışan mahalli komünist liderler bağımsızlık kahramanlarına dönüştüler…(Devam edecek)

 

BIRINCI YAZI: https://turkistanlilar.com/col-olan-gol-ya-da-aral-golunun-faciasi/

İKİNCİ YAZI: https://turkistanlilar.com/col-olan-gol-ya-da-aral-golunun-faciasi-2/

Devami