Günümüzde Özbek ve Türk alfabelerindeki fark ve benzerlıklar

(Kısa pratik bilgiler)

Günümüzde Özbek ve Türk alfabeleri aynı kökten alınmıştır. Yani Latin alfabesi üzerine inşa edilmiştir. Bununla beraber bu alfabeler arasında yazılım ve ses olarak bir takım farklılıklar vardır. Önce Özbek ve Türk alfabelerine göz atalım:

Özbek Latin Alfabesi:

А а, B b, V v, G g, D d, Е е, J j, Z z, I i, Y y, K k, L l, М m, N n, О о, P p, R r, S s, Т t, U u, F f, X x, Ts, CH ch, SH sh, YU yu, YA ya, YO yo, O‘ o‘,G‘ g‘, H h     

Türk Alfabesi:

Aa,  Bb, Cc, Çç, Dd, Ee, Ff, Gg, Ğğ, Hh, Iı,  İ i, Jj, Kk,  Ll, Mm, N n, Oo, Öö, Pp, Rr, Ss, Ş ş, T t, Uu, Ü ü, Vv, Yy, Zz

Özbek Latin ve Türk Alfabesindeki aynı sesi veren aynı harfler:

А а, B b, V v, G g, D d, Е е, J j, Z z, I i, Y y, K k, L l, М m, N n, P p, R r, S s, Т t, U u, F f

Özbek Latin ve Türk Alfabesindeki ayrı sesi veren aynı harfler:

О о

Bu harf Özbek dilinde Türk dilinde karşılığı olmayan açık “O” sesle okunur. Türk dilinde ise Özbek dilinde karşılığı olmayan sesle okunur. Örnek: Özbek dilinde “Olma” Türkçede “elma” dır. Türk dilinde “Ordu” Özbek dilinde “Urdu” şeklindedir.

“H” harfi Türkçe de ve Özbekçe yakın sesleri vermekle beraber Özbekçe de “X” harfi var ve bu Arapçadaki “خ‎” (kh) şeklindedir.

Özbek ve Türk harflerinin farklı yazılışı ve okunması:

Özbekçe O’ Türkçe de Ö şeklindedir. Örneğin: Özbekçe O’zbekiston, Türkçe Özbekistan şeklindedir.

Özbekçe G’ (Arapça “gayn”) Türkçe de G şeklindedir. Örneğin: Özbekçe G’olib, Türkçe de galip şeklindedir.

Türkçedeki Ğ harfinin Özbekçe karşılığı Y harfine benzer ses ile okunur.

Özbekçe de Türkçedeki “I ı”ve “Ü ü” harfleri bulunmamaktadır.

Türkçedeki “C”ve “J” harfleri Özbekçede “J” dır.

Türkçedeki “I” (noktasız) harfinin Özbekçe de karşılığı yoktur. Örneğin, “Sınır” Özbekçe de “Chegara, hudud” manasıdadır.

Özbek dilinde iki harften oluşan harfler vardır:

Ch- Türkçede “Ç ”

Sh- Türkçede “Ş ”

Yu- Türkçede “Y”. Örneğin: Özbekçe “yurak”, Türkçe “yürek”.

Ts-Türkçe karşılığı yoktur. Türkçede benzeri harf “S” dır. Örneğin “santral” sözünde olduğu gibi.

Ya- Türkçe karşılığı yoktur. Özbekçe “yanvar” Rus dilinden girme “ocak” ayinin ismidir.

Yo- Türkçe karşılığı yoktur. Örneğin: Özbekçe “Yolg’on” Türkçe “yalan” demektir.

 

 Namaz N. Muhammed

UTD-Der Genel Başkan Yardımcısı

Devami

Osmanlı Türkistan İlişkileri -1-

OSMANLI-TÜRKİSTAN İLİŞKİLERİ

1.Bölüm

(13. yüzyıldan Kanuni’nin Vefatına Kadar)

 

Alim Oktay ÇATKAL

 

Onüçüncü yüzyıla kadar Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu’dan Türkistan’a kadar uzanıyordu. Moğol istilası ile birlikte Büyük Selçuklu Devleti yıkılmış, batıda kalan Türkler, Osmanlı Devleti ile zirveye çıkmıştır. Osmanlı devletinin gelişmesinde  ve toplum yapısının şekillenmesinde  Türkistanlılar’ın etkisi hiç kimse tarafından yadsınamaz. Alimler, Gönül Erleri, Horasan Erenleri bunlara örnek gösterilebilir. Anadolu’ya gelen Türk toplulukları ağırlıklı olarak Türkmen boylarından oluşmuşsa da içlerinde önemli oranda Kıpçak topluluklar vardı. Bu topluluklar anadolunun fethedilmesinde katkı sağlamışlardır.

Kırgız askerler İznik’te

İznik’teki Kırgızlar Türbesi buna örnek gösterilebilir. Orhan Gazi devrinde İznik’in fethinde Osmanlı ordusuyla birlikte savaşan ve şehit düşen Kırgız askerlerinin türbesi halen İznik’te bulunmaktadır.

Kırgızlar Türbesi

Bir diğer örnek Sultan 1. Beyazıt’ın hocası ve damadı Emir Sultan Buhari’dir. Emir Sultan, Buhara’da yetişmiş, Bursa’ya gelerek burada ilmi faaliyetlerde bulunmuştur. Genç yaşına rağmen 1. Beyazıt’ın dikkatini çekerek onun hocası olmuştur. Akabinde 1. Beyazıt’ın kızı ile evlenmiştir. Osmanlılar ile Timur arasında olacak muhtemel savaşı önlemek için çok caba sarfetmiştir. Beyazıt’a Timur ile savaşmamasını söylese de Beyazıt bu sözü tutmamış ve ağır bir yenilgiye uğramıştır.

***

Doğu Türkleri ise Timur ile en güçlü devrini yaşamıştır.

Bu iki gücü karşı karşıya getiren talihsiz bir hadise olan olan Ankara Savaşı, Osmanlı’da fetret devrine sebeb olmuştur. Fetret devri sonrası Osmanlı Devleti kendisini toparlamış, İstanbul’un fethi için hazırlıklara başlamıştır.

Timur’un Anadolu’yu istilası, Osmanlı’da Türkistan’a karşı hiçbir zaman kin ve düşmanlığa sebep olmamıştır. Bunun aksine Osmanlı Devleti, Timurlu Devletiyle siyasi ve askeri işbirliği yapmıştır.

Fatih Sultan Mehmet ile İlk Siyasi Temas

Ankara Savaşı’nda Timur’a esir düşen  Sultan 1. Beyazıt’ın torunlarından olan Fatih Sultan Mehmet ile Timur’un torunlarından olan Hüseyin Baykara, Akkoyunlu Devleti’nin başında olan Uzun Hasan’a karşı ittifak oluşturmuşlardır. Şunu ifade etmek gerekir ki, Fatih ile Hüseyin Baykara, ilim ve edebiyat bakımından birbirleriyle yarışır seviyededirler. Hüseyin Baykara’nın yakın dostu olan Ali Şir Nevai’nin Osmanlı edebiyatına önemli etkileri olmuştur. Semerkant medreselerinde yetişip Ayasofya Medresesi’nde müderrislik yapan ve Fatih’in büyük iltifat gösterdiği Türkistan’lı astronomi alimi Ali Kuşçu’yu burada zikretmeden geçemeyiz.

Timur’un padişah oğlu İstanbul’da

Timurlu Hükümdarı Hüseyin Baykara’nın oğlu Bedizzaman Mirza babasının ölümünden sonra bir müddet tahtta otursa da Timurlu devleti yıkılınca İran üzerinden İstanbul’a gelir ve Yavuz Sultan Selim’in misafiri olur. Yavuz, Bediüzzaman Mirza’ya büyük iltifatlarda bulunur. 1516 tarihinde bir salgın hastalıktan dolayı İstanbul’da vefat edene kadar büyük hürmet görür ki bir rivayette Yavuz Sultan Selim’in Bediüzzaman Mirza’yı  yanına koydurduğu bir tahtta oturttuğu söylenmektedir.

Yavuz Sultan Selim zamanında da Safevilere karşı Osmanlı ile Türkistan hanlıkları arasında bir ittifak yapılmıştır hatta zamanın Türkistan hakimi Şeybani Han, Şah İsmail’le giriştiği savaşta öldürülmüştür. Safeviler bir müddet Türkistan’da hakimiyet kurmuşlardır. Bu hakimiyete Özbek Hanı olan Körkünçü Han  son vermiştir(1510). Osmanlı ile Türkistan hanlıkları arasındaki ilk resmi yazışma da bu zamana rastlar. Bu ilk resmi yazışmada Yavuz Sultan Selim, Çaldıran zaferini bir name ile Körkünçü Han’a bildirmiştir.(1514)

300 Yeniçeri’nin Türkistan’da

Yavuz Sultan Selim’in oğlu Kanuni Sultan Süleyman tahta geçince, Osmanlı ve Türkistan hanlıkları arasında siyasi ve askeri işbirliği daha da güçlenerek devam etmiştir.

Şah İsmail’in yenilmesine rağmen Safeviler bir güç olarak durmaktaydı. Kanuni, Özbek hanı Abdüllatif Han’dan Safavilere karşı hücum etmesini istemiştir. 1540’ta Abdüllatif Han (1540-1552), Kanuni’ye gönderdiği elçiler ve namelerle İranlılara karşı yaptıkları mücadelelerden söz ederek Osmanlı Devleti’nden yardım istemiştir. Osmanlı Devleti bu yardım talebine müsbet cevap vermiş, bunun üzerine Kanuni, 1552’de 300 Yeniçeri, topçu ve top göndermiştir.  Abdüllatif Han’ın vefatıyla ülkesinde taht kavgaları başlamış, Osmanlı yardımı da umulan sonucu verememiştir.

Kanuni Sultan Süleyman’ın İran üzerine yaptığı  üç büyük sefer de bile Özbekler , Osmanlı Ordusunun Safevilere galip gelebilmesi için hem destek sağlamışlar hem de İran’la ilgili istihbari bilgileri, mektuplar göndererek bildirmişlerdir.

Kanuni Sultan Süleyman ,Safevilerin ortadan kaldırılamayacağını Nahçıvan Seferi(1553-1554) ile artık kabullenmişti. Böylece Osmanlı Devleti, varlığını resmen elli beş yıldır tanımadığı, Safevi Devleti ile 1555 yılında Amasya Andlaşmasını imzalamıştır.

İran Şahı Tahmasb’ı  Kanuni Sultan Süleyman ile barışa getirme konusunda Türkistan Hanları’nın büyük payı olmuştu. Çünkü Şah Tahmasb(1524-1576), Osmanlıdan kurtulup Türkistan Hanları;  Türkistan Hanlarından kurtulup, Osmanlı ile savaşmak zorunda kalıyordu. Amasya Andlaşması en çok Şah Tahmasb’ın işine yaramıştır. Nitekim, Kanuni Sultan Süleyman, Amasya’da iken Özbek hanı Nevruz Ahmed Burak Han’a gönderdiği bir mektupla, iartık İran’a karşı kendisine yardımı gönderemeyeceğini, çünkü Şah Tahmasb’la barış yaptıklarını, ancak Şah Tahmasbın da Türkistan’a saldırmasına asla razı olmayacaklarını belirtmiştir.

Büyük Bir Kanal Projesi: İdil (Volga)-Don Kanalı

Kanuni zamanında  Astrahan’ın işgal edilmesiyle(1556) Rusya, Kafkasya ve Türkistan’a yayılmaya başlamıştır. Hac yolu kapanmış müslüman ahaliye zulüm başlamıştı. Rusya’nın Kırım, Kafkasya ve Türkistan’a yayılmasını önlemek ve İran’ı Hazar denizinden kuşatmak maksadıyla İdil(Volga) ve Don nehirleri arasına kanal açılması projesi Osmanlı hükümetince kabul edilmiştir.Bu kanal vasıtasıyla Karadeniz’den Hazar Denizi’ne gemi ile ulaşmak mümkün olacaktı.Bu sayede Türkistan ile Türkiye arasında  direk ulaşım imkanı olacaktı.

Bölgeye keşif heyeti gönderilmişti. Sokullu bu heyetin başındaydı ve bu projeyi gerçekleştirebilecek en kudretli kişiydi. Kanal projesi o dönemin teknik şartları sebebiyle gerçekleştirilmesi çok zor bir projeydi. Kanuni’nin Avusturya seferinde vefatı(1566) sonrası oluşan kargaşa sebebiyle bu projeden vazgeçilmiştir.  (Bu kanal projesi 1952’de Ruslar tarafından hayata geçirilmiştir.)

Adsız

 

 

Devami

Türkistanlık Kardeşlerime İttifak Çağrısı

Bismillahir Rahmanir Rahim

Kardeşlerim!

150 senelik Rus işgali ve 500 senelik cehalet,  hurafe ve bir birimize düşmen olma döneminden sonra bugün Türkistanlılar için İttifak olma imkanı açılmıştır. Bunun için önce Allah’a şükür etmeliyiz. Sonra biz böyle İttifaka mahkûm olduğumuzu anlamalıyız. Zira vatanımız Türkistan doğudan Çin, kuzeyden Rusya ve güneyden İran ile kuşatılmıştır. Tarihe baktığımızda böyle kuşatma bizi ümmetimizin önemli merkezlerinden ayrı bıraktığını görmekteyiz. Onun için ne Emeviler, ne Abbasiler, ne de Osmanlılar bize gerçek manada sahip çıkmamışlardır…

Bugün yine Türkistan yalnız, yine kendi aramızda anlaşmazlıklar, hatta düşmanlıklar mevcut… Tarihte üç mahalli hanlığa bölünen Türkistan topraklarında bugün kendi aralarında tam işbirliği yapamayan sözde beş bağımsız devletimiz bir de Çın zulmünden kan ağlayan Doğu Türkistan var…

Kardeşlerim!

Türkistan İslam ülkesidir ve bu tartışılmaz bir gerçektir.  Dolaysıyla bizim İttifakımız yine İslam’a, yani dinimizi doğru öğrenmeye, ona doğru inanmaya ve doğru uygulamaya dayanmalıdır. İslam akide olarak tevhidi, farz ibadetleri yerine getirmeyi,  siyaset olarak Allah’ın hükümlerini esas alarak işleri Şura ile yürütmeyi, Müslümanların yöneticilerini bu şuralarda seçmelerini, birey ve toplum olarak adaletli olmayı, ekonomi olarak helal kazancı, faiz ve yolsuzlukların yasaklanmasını, hukuk olarak insanın dini, canı, aklı, malı, nesli ve şerefinin dokunulmazlığını, eğitim olarak dini ve pozitif ilimlerin öğretilmesini öngörür. Yine İslam dini aileyi korur ve insanları iyi ahlaklı olmaya teşvik eder.

İşte bunlar bizim İttifakımızın esaslarıdır. Müslümanlar arasında var olan çeşitli ihtilaflar bizi bir birimizden ayırmamalı ve bir birimize düşürmemelidir. Bugün kavga günü değil, kardeşlik ve dayanışma günüdür. Ancak bu kardeşlik ve dayanışma nasıl gerçekleşir?

Önce her birimiz davamızın esaslarını öğrenmeliyiz ve başkaları bu davaya davet etmeliyiz. Çünkü Kuran’da “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”  denilmektedir. (Zümer süresi 9). Davamızın esasları sitemizde yayınlanmıştır. (Bkz: https://turkistanlilar.com/p1035/)

Meclis (toplantı) kültürünü öğrenelim

Biz Türkistanlılar için bu hayatı önem taşıyan konudur. Çünkü biz kendi aramızda konuşarak ve çeşitli görüşleri tartışarak birlik ve beraberlik olmayı başaramıyoruz. Oysa dünyada gelişmiş ülkelerde insanlar böyle toplantı kültürüne sahip oldukları için başaralı olmaktadırlar. Hepimiz Müslüman kardeşleriz ve hepimiz Türkistanlılar olduğumuzu esas alarak biz toplantı kültürüne sahip olabiliriz.

Şu unutulmamalı ki Müslümanlar arasında çeşitli görüşler ve ihtilaflar her zaman var olmuştur. Mesele bu ihtilaflara rağmen ittifakı koruma meselesidir. Eğer biz gerçek manada müminler isek bunu başarmaya mahkûm olduğumuzu anlamalıyız, diye düşünüyorum.

Sonra kendi aramızda çeşitli konularda işbirliğini yola koymalıyız. Böyle işbirliği ilmi, sosyal, hukuki, kültürel ve ticari konularda olmalıdır. Bu da bizim kardeşliğimizi artırır, Türkistanlıklar olarak vatanımızı özgür, güçlü ve ittifak halında görme gayemize bizi yakınlaştırır.

Allah (cc) yardımcımız olsun!

Dr. Namaz Normumin Muhammed

UTD-Der Başkan Yardımcısı

25.01.2014

 

 

Devami

Londonda qamoqdagi o‘zbek adiblari kitoblari chop etildi

Yazının kısa özeti: Özbekistan’da kitapları yasaklanan muhalif yazarların eserleri Londra’da neşir edildi. Bu yazarlar arasında  Mamadali Mahmudov (adabiy taxallusi-Evril Turon), yazar Emin Osman, şair va mustaqil gazeteci Dilmurod Sayyid ve Xayrullo Hamidov’lar var.

Londonda siyosiy ayblar bilan O‘zbekiston qamoqxonalarida jazo muddatini o‘tagan va o‘tayotgan to‘rt nafar taniqli shoir va yozuvchilarning asarlari o‘zbek va ingliz tillarida nashrdan chiqdi.

Unga qariyb 17 yillik qamoqdan so‘ng 2013 yil aprelida ozodlikka chiqarilgan Mamadali Mahmudov (adabiy taxallusi-Evril Turon), 2001 yilda O‘zbekiston Ichki ishlar vazirligi yerto‘lasida hayotdan ko‘z yumgan Emin Usmonning roman va qissalari, shuningdek, hozirda jazo muddatini o‘tayotgan inson huquqlari faoli, shoir va mustaqil jurnalist Dilmurod Sayyid hamda taniqli futbol sharhlovchisi va diniy-ma‘rifiy dasturlar muallifi Xayrullo Hamidovning she‘rlari kiritilgan.

“Bu tog‘lar – ulug‘ tog‘lar” deb nomlangan birinchi kitobga Mamadali Mahmudovning sovet davrida qisman e‘lon qilinib, keyinroq taqiqlangan “O‘lmas qoyalar” romani, shuningdek, “Tumanli kunlar” qissasi, marhum Emin Usmonning esa “Tomir” qissasi kiritilgan.

“Tumanli kunlar” va “Tomir” birinchi marta kitob holida chop etilmoqda.

Kitobga filologiya fanlari doktori Botir Norboy so‘zboshi yozgan.

“Mahkumlar qo‘shig‘i” nomli ikkinchi, she‘riy kitobga esa Dilmurod Sayyid va Xayrullo Hamidovlarning she‘rlari jamlangan.

Kitob Avstriyada yashayotgan taniqli o‘zbek shoiri Yodgor Obidning so‘zboshisi ostida chop etilgan.

Har ikki kitobdagi nasriy va va she‘riy asarlarning aksari birinchi marta dunyo yuzini ko‘rmoqda.

Kitobga asarlari kiritilgan barcha mualliflarga O‘zbekistonda norasmiy taqiq qo‘yilgan.

Kaynak: www.bbc.co.uk

Devami

Pamir Dağları, Dünya Mirası listesinde

 

 

pamir-daglari

 

Tacikistan’daki “Pamir Dağları” UNESCO Dünya Mirası listesine alındı 

 

Dünya Bülteni / Haber Merkezi

Tacikistan‘da bulunan “Pamir Dağları” UNESCO Dünya Mirası listesine dahil edildi.

Tacikistan Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Birleşmiş Milletler Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Dünya Mirası Komitesi’nin Kamboçya’da yapılan toplantısında, “Pamir Dağları” olarak bilinenTacikistan Milli Parkı’nın, Dünya Mirası Doğa mirasları listesine alındığı bildirildi.

Açıklamada, 1992 yılında Tacikistan Milli Parkı olarak adlandırılan Pamir Dağları’nın, UNESCO Dünya Mirası Komitesi’nin Doğa Mirasları Listesine alınan ülkedeki ilk yer olduğu ifade edildi.

Tacikistan‘ın Dağlık Bedahşan Özerk Bölgesi’nin yanı sıra Tavildara ve Jirgatal ilçelerinde bulunan Pamir Dağları, toplam 2,6 milyon hektarlık alana sahip ve Tacikistan ile Orta Asya’nın en yüksek zirvelerini bulunduruyor.

Orta Asya’nın en büyük özel korunan doğal alanı olma özelliğine de sahip Tacikistan Milli Parkı, 162 çeşit kuş, 120’si ender bulunan bitki olmak üzere 2 binden fazla bitki ile çok sayıda hayvan türünü barındırırken, Milli Park’ta ayrıca, 170 ırmak, 400 göl ve 1085 buzul var.

Tacikistan Milli Parkı, Sangvar vadisi, 3914 metre yükseklikte dağ gölü Karagöl, 1911 yılında meydana gelen depremde kayalıkların Murgab ırmağı yolunu kapatması sonucunda oluşan ve uzmanlar arasında “dünyanın çatısında uyuyan ejderha” olarak adlandırılan Sarez Gölü, eski Sovyet ülkelerindeki en yüksek dağ zirvesi olan İsmail Samani Zirvesi (7495 metre) ve dünyadaki en uzun dağ buzulu olarak bilinen Fedçenko Buzulu’nu içeriyor.

Tacikistan, Pamir Dağları’nın yanı sıra, 15 kültürel ve doğal varlığın UNESCO Dünya Mirası lisesine dahil edilmesi için başvuru yapmış bulunuyor.

Devami

ABDULLAH BİN MÜBAREK

Bu metin Alim O. Çatkal tarafından, 12 Ocak 2014 tarihinde Derneğimizin mûtad pilavlı sohbet toplantısında sunulmuştur.

 

ABDULLAH BİN MÜBAREK

 Türkistan’da doğmuş (118 h. 736 m. Merv), ilk tahsiline Merv’de yapmış ve İslam coğrafyasını gezerek ilmini itmam etmiş, daha sonra Merv’de uzun zaman kalarak talebe yetiştirmiş, kitaplar telif etmiş alim, mücahit, zahid ve hâkim bir zattır Abdullah bin Mübarek

O, medresede müderris, hoca, şehirde tüccâr; harbde büyük bir kahramandı. Kılıç ve kalem sâhibi idi. Kalemiyle cihâda dâir ilk eseri o yazdı, kılıcıyla da dillere destan olan kahramanlıklar gösterdi. Gündüz Bizansla harbeder, akşam talebelerini hilal şeklinde dizerek ilim tahsil ederdi, hadis okutur ve yazdırırdı.

İslam aleminde o kadar sevildi ki, onun hakkında sonradan söylenmiş menkıbelerin sayısı çoktur. Onun ilmî ve imanî şahsiyeti maalesef bu menkıbelerin gölgesinde kalmıştır.

Hadis tedvin eden ilk Türkistanlı alimdir.

Hadis râvilerini çok iyi bildiği ve Fıkhül Hadis’in önde gelen alimlerinden olduğu için rivayet ettiği hadisler ayrı bir önem taşır. Dolayısıyla ondan rivayet edilen hadislerin delil olarak kullanılması konusunda âlimler ittifak etmiştir. Ahmet bin Hanbel’in: “O devirde ilme ondan daha meraklı ve hadis sahasında ondan daha büyük bir âlimin bulunmadığını” söylemesi onun ne denli bir ilmî kariyere sahip olduğunu göstermektedir. Kitaplarında 20 bin hadis olduğunu söyleyen meşhur muhaddis Yahya bin Main, bir hadis hakkında ihtilafa düştüğümüzde “gelin bunu ilmin tabibine götürelim” derdi. Böylece İbni Mübarek’in hadis ilmi konusundaki otoritesini belirtmektedir. Bilinen hadis ve sünnet ile ilgili kitapları, el-Müsned, es-Sünen fi’l-fıkh, el-Erba’un dur, ayrıca hadis ravilerinin hayatlarını anlatan Kitabu-Tarih adlı eseri vardır. Hadis rivayet edenleri çok iyi tanırdı.

Ehli olmayandan hadis almaz, ehli olmayana da hadis rivayet etmezdi.

Hadis konusunda otorite olması yanında  İmam-ı Azam’ın talebesi ve arkadaşı olan, onun metodunu takip eden İbni Mübarek’in fıkıh ilminde de çok ciddi bir yeri vardır. Ayrıca Hanefî ve Malikî mezheplerini birleştiren bir usûl ortaya koymuştur. Es-Sünen fi’l-fıkh adlı eserinde Ebu Hanife‘nin metodunu benimsemiştir. Genellikle Hanefilerden sayılmasına rağmen Maliki tabakâtında da kendisine yer verilmektedir.

Fıkhî bir konuda “Ebu Hanife’nin görüşü”demek yerine “Ebu Hanife’nin hadis açıklaması ve anlayışı”demeyi tercih etmiştir.

İlk hocası Merv’de Rebi’ b. Enes el-Horasanî‘dir. 23 yaşında Merv’den ayrılarak ilim tahsili için Basra, Hicaz, Mısır, Şam ve Irak’a seyahatler yaptı. İmam Ebu Hanife, İmam Malik b. Enes dahil pekçok alimden ders aldı. Ahmed bin Hanbel ,Süfyân bin Uyeyne, Fudayl bin Iyâd, Ebû Bekr bin lyâş , Velîd bin Müslim ve bir çok talebesi oldu.
İlim için yaptığı yolculuklardan sonra  uzun süre Merv’e yerleşti. Merv’de iken, bir yıl ticâretle uğraşır, kazancının hepsini fakirlere dağıtırdı. İkinci yıl İslâmiyet’i yaymak için cihâda, düşmanla harbe giderdi. Abdullah bin Mübarek (rahmetullahi aleyh), hudut boylarında at koşturur ve Ribât denilen gözetleme karakollarında bulunurdu. Cihâd için Tarsus’a kadar geldi. Misis denilen yerde de ikâmet etti. Tarsus’da, hadîs-i şerîf rivayetinde bulundu. İlim, ibâdet ve cihâddan geri durmadı. Muhammed bin Abdurrahmân bin Sehm’den rivayet edildiğine göre; Abdullah bin Mübarek, Misis nahiyesinde on yedi bin hadîs-i şerîf rivayet etti.

Gaza arkadaşı Muhammed bin Âyun şöyle anlatır: “Seferde bir gece, Abdullah bin Mübarek (rahmetullahi aleyh) istirâhate çekilmişti. Ben de mızrağıma dayanmış oturuyordum. Benim uyuduğumu zannedip kalktı ve fecr vaktine kadar namaz kıldı. Sonra beni namaza kaldırmağa geldi. Uyumadığımı, kendisinin durumunu gördüğümü anlayınca, hayasından yüzü kızardı. Sefer boyunca böyle devam etti.

***

İlmi çalışmalarını sürdürdüğü esnada çoğu zaman evinden dışarı çıkmazdı. Kendisine: “Yalnızlıktan sıkılmıyor musun?” diyenlere:“Hz. Peygamber ve ashabıyla birlikte iken niye yalnızlık duyayım ki!” derdi.

Kendisinden hadis rivayet edenlere: “Arap gramerini iyi bilen birine gösterin” derdi. Bu ilimdeki mütevaziliğini gösterir. Oysa Arapçayı mükemmel bilirdi. Devrinin önde gelen şairlerindendir. Bu şiirlerinin önemli bir kısmının kaybolduğu bilinmektedir. Şiirlerinin bir kısmı Mecelletül Mahtutatil Arabiyye’de (XXVII/I, 9-72, II, 455 -501) Mücahit Mustafa Behcet tarafından yayınlanmıştır.

Meşhur altı kitap (Kütüb-i Sitte) müellifleri onun rivayetlerini hiç tereddüt etmeden eserlerine almışlardır.

İlim ve zühd konusunda oldukça mütevazı olmasına rağmen, zenginlere karşı kibirli davranmanın tevazuun gereği olduğunu söylerdi. Bu anlayışı zenginliğe karşı olduğundan değil, onların karşısında ezik durulmaması gerektiği anlayışındandır. Kendisi zaten oldukça zengindi ticaretle uğraşırdı. Meselâ, yılda yüzbin dinar dağıtmaya çalışırdı. Merv’li dostlarını hacca götürür, alimlere, hadis talebelerine, fakirlere yardım ederdi.

Sufyân ibn Uyeyne: “Sahabe ile Abdullah bin  Mübarek’i karşılaştırdım. Sahabenin, Hz. Peygamber’le arkadaşlıkları ve onunla beraber gazaya çıkmış olmaları dışında, İbnu’l-Mübarek’e üstün bir taraflarını görmedim.” demiştir. Bu örnek tebe-i tabiinden olan Abdullah ibni Mübarek’i sahabi düzeyinde görmek değil belki onun yaşamını sahabelerin yaşamlarına ne kadar benzediğini ifade etmek için kullanılmıştır.

Yukarda da örneğini verdiğim gibi aslında Sufyân ibn. Uyeyne bu hayranlığında yalnız değil. Bir başka muhaddis ve fakih, İmam Sufyân-ı Sevrî ise (ö. 161/778), bu örnek Müslüman’ın zühd (takvâ) derecesini şu şekilde anlatmaya çalışmıştır: “İbni Mubarek’in sene boyu yaşadığı hayatı ben üç gün olsun yaşamaya kalksam beceremem.”

Bilindiği üzere, İbn-i Mübarek, kendi devri âlimlerini de hayran bırakan bir ilim ve ahlaka sahip birisidir. O aynı zamanda Anadolu cihadına katılmış, pehlivan yapılı bir muharip ve büyük servet sahibi bir tüccardı. Kazancını ilim adamı yetiştirmek ve onların geçimine yardımcı olma yolunda harcamıştır.

İbn-ül Mübarek, 797 (H.181) senesi bir gazâ dönüşü, 63 yaşında Bağdâd yakınlarında Fırat nehri kıyısındaki Hît adlı yerde vefât etmiştir ve oraya defnedilmiştir. Allah rahmet etsin!

KİTAPLARI:

1-Kitab’ül-Cihat: Cihadın önemini ve faziletlerini anlatan hadislerin toplandığı bu kitap bu konuda yazılan ilk eserdir. Tek nüshası Leipzig (Almanya)’dedir ve 1971’de Beyrut’ta yayınlanmıştır. Türkçe  olarak da basılmıştır.

2-el-Müsned:  Hadis kitabıdır. Tek nüshası Zahiriyye (Şam) kütüphanesindedir. Beyrut baskısı vardır,Türkçe  olarak da basılmıştır.

3-Es-Sünen fi’l-fıkh: Günümüze ulaşamamıştır. Bu kitapta Hadisler, fıkh bablarına göre tasnif edilmiştir.

4-Kitab’üt-Tarih :  Hadis ricalinden bahseden biyografik bir eser olduğu tahmin edilmektedir. Günümüze ulaşamamıştır.

5-El-erba’ûn: Kırk hadis kitabı. Günümüze ulaşamamıştır.

6-Kitab’üz-zühd ve’r-Reka’ik: Resulullah, ashap ve tabiinin ibadet, ihlas, doğruluk, tevazu ve kanaat gibi ahlaki faziletlerini anlatan kitap. (Hindistan 1966- Beyrut ….) “Zühd” adıyla Türkçe olarak basılmıştır.

7-Kitab’ül-Bir ve’s-Sıla: Bilinen tek nüshası Zahiriyye Kütüphanesindedir.

8-Kitab’üt-Tefsir: Rivayet tefsiri olduğu tahmin edilen bu eserin  nüsnası günümüze ulaşamamıştır.

9-Kitabü’l İsti’zan ve Kitab’ül Menasik de günümüze ulaşamamıştır.

Devami

Alihan Töre Saguni ve “Tarihi Muhammediye” adlı eseri

SAGUNI

 

Özbek bir aileye mensup olan Alihan Töre Sağunî, 1885 yılında Kırgızistan’ın Tokmak (eski Balasagun) şehrinde doğdu. İlk tahsilini kendi memleketinde yaptıktan sonra Mekke, Medine, Buhara gibi ünlü İslâm merkezlerinin mektep ve medreselerinde tahsil gördü. 1914–1916 yıllarında Çarlık Rusya’sının Türkistan’ı işgaline karşı mücadele etti. 1. Dünya Harbi yıllarında gençlerin askerlik için Rus ordusuna gönderilmemesi, Osmanlı askerine kurşun atılmaması yönünde telkinlerde bulundu. Altı defa hapsedildi. Komünizmin baskılarından ötürü 1930 yılında Doğu Türkistan’ın Kaşgar şehrine göç etti. Önce Rus sonra da Çin ordusunun Doğu Türkistan’ı işgaline karşı organize olan Doğu Türkistanlıların önderliğini yaptı ve bu uğurda mücadele etti. Pek çok askerî operasyonda komutanlık yaptı. 1944 yılındaki Gulca Zaferi’nden sonra kurulan Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı seçildi, millî ordu başkomutanı oldu ve mareşal unvanı aldı. 1944–1945 yılları arasında bu görevi sürdürdü. Orada kalması imkânsız hâle gelince 1945 senesinde bir görüşme için Rus Konsolosluğu’na çağrılarak tutuklandı ve Özbekistan’a sürüldü. Bu tarihten itibaren hayatının son yıllarına dek İslâm’a ve millî kültüre hizmet yolunda büyük gayretler sarf etti. 1976’da Taşkent’te vefat etti. Şeyh Zeyneddin Baba Mezarlığı’na defnedildi. Özbekistan bağımsızlığına kavuştuktan sonra Taşkent’teki iki cami, bir lise, bir mahalle ve sokağa adı verildi.

Askerî ve siyasî kimliğinin yanında Sağunî’nin ilmî yönü de dikkat çekicidir. O, çeşitli eserler kaleme alarak ilim alanına da ciddi katkılarda bulunmuştur. O, Tarih-i Muhammedî, Türkistan Kaygısı, Şifaü’l-ilel gibi kitaplar telif etmiştir. Emir Timur’un “Timur Tüzükleri”, Derviş Ali Çengi’nin “Musika Risalesi”, Ahmet Dâniş’in “Nevadirü’l-Vakayi'” adlı eserlerini Farsçadan, Herman Vambery’nin “Buhara veya Maveraünnehir Tarihi” eserlerini de Osmanlıcadan Özbekçeye tercüme etmiştir. Şairlik yönü de olan Sağunî’nin basılmamış bir de divanı mevcuttur. Onun “Köklem Körinişi/Bahar Tasviri”; “Bahtlık nedir?/Mutluluk Nedir” ve “Üzme Ümiding/Ümidini Kırma” başlıklı şiirleri Türkçe tercümeleri ile birlikte Yağmur dergisinde (Sayı 35 Nisan-Haziran 2007; 38 Ocak- Mart 2008; 41, Ekim-Aralık 2008) yayımlanmıştır. “Bahtlık nedir?” şiirinin muhtevası müellifin hayatta izlediği, uğrunda mücadele verdiği ideali yansıtmaktadır. Ona göre mutluluğa giden yol elbette ilim ve hünerden geçer, ama bunlar, Yaradan’a inanç olmadan asla elde edilecek şeyler değildir. Mutluluğa giden yolu bize öğreten de Hz. Muhammed’dir (sallallahu aleyhi ve sellem). Hakiki bahtiyarlığa ermek için onun yolundan gitmek, “Din-i Muhammedî”ye sıkı sıkıya sarılmak gerekli ve yeterlidir.

Tarih-i Muhammedî Adlı Eseri
Bu eser, 1957–58 yıllarında yazılmış. O dönem Sovyetler Birliği’nin kuruluşunun 40. yılı olup dünyaya yeniden meydan okumaya başladığı zaman dilimiydi. Sovyetler, ülke içinde sert yönetim usullerini uygulamaya devam ediyordu. 2. Dünya Harbi yıllarında birazcık gevşemiş olan dinî baskı yeniden güçlenmişti. Komünist Parti dinî inançların köklerini kurutmak ve tamamıyla ateist bir toplum oluşturmak gibi bir hedef belirlemişti. Bu hedefini gerçekleştirmek için kadrolar oluşturdu. Bu çerçevede ibadethaneler kapatıldı, ibadet etme yasaklandı, insanların dinî faaliyetleri engellendi. Din düşmanı olmak bir meslek hâline getirildi. Tarihî cami, medrese gibi dinî önem taşıyan kültür eserleri yerle bir edildi. Tarih-i Muhammedî kitabı işte tam bu sırada ve şartların Müslümanlar için böyle ağırlaştığı bir ortamda milletin mânevî değerlerini ve dinî düşünceyi koruma adına yazıldı.

Kitap, Çağatay Türkçesinde, Arap alfabesiyle önce müsvedde olarak kâğıt evraklara yazılmış, sonra temize aktarılmıştır. Müellifin hüsnühat sahibi olan oğlu Muhammedyâr sonradan o defterlerden iki ciltli bir kitap oluşturmuştur. Tarih-i Muhammedî’nin basımında bu iki ciltli elyazması esas alınmış; ancak basım aşamasına ulaşıncaya kadar 30 yıldan fazla saklanmıştır. Matbaa, fotokopi ve daktilo makinelerinin kontrol altında tutulması sebebiyle de basılamamış, çoğaltılamamıştır. Güvenilir bir hattatla anlaşarak, yedek nüsha oluşturma girişiminde bulunmuşlar; ama müellifin 1976’da vefat etmesinden sonra bu iş yarım kalmıştır. Geniş kitlelere hitap edebilmesi için eserin Kiril alfabesine aktarma teşebbüsleri olmuş; ancak bu da mümkün olmamıştır.

Müellifin vefatından hemen sonra, bu elyazması esere ve Sağunî’nin kütüphanesine Özbekistan İlimler Akademisi talip olmuş; fakat vârisleri bunu kabul etmemişler. Zorla almaya kalkışırlar korkusuyla oğlu Kutlukhan Bey teneke kutu yaptırarak kitabı ve diğer el yazılarını içine koyup, avlunun bir kenarında toprağa gömmüş. Her yağmur yağdığında, tedirgin olmuş, gece yarılarında toprağı kazarak gömülenlerin ıslanıp ıslanmadığını kontrol etmiş, daha sonra topraktan çıkararak un çuvalları içinde de saklamış.

1988 yılında bir gün evin salonunda uyuya kalmış olan Kutlukhan Bey sertçe bir sesle uyanmış. Bakmış ki, babasının duvarda asılı olan portresi hemen başının yanına düşmüş, ağır resim çerçevesi divana saplanmış, başı kıl payı kurtulmuş. O bunu, kitap için harekete geçme zamanına bir işaret olarak kabul edip, kitabın basımı için çalışmaya koyulmuş. Gece yarılarından sabahlara kadar sürekli çalışarak eseri Kirilceye aktarmış ve basıma vermiş. Bu işi yaparken hiçbir yorgunluk ve bıkkınlık hissetmemiş, aksine sahifeden sahifeye, başlıktan başlığa geçerken inanılmaz bir zevk ü şevke kapılmış. Bu işi yaparken eşi Merhametay Osmankızı da kendisine destek olmuş.

Kitap baskı aşamasına geldiğinde Özbekistan’da şartlar müsait olmadığı için bir Eston-Amerikan firması olan “Bulak” yayın şirketiyle anlaşma yapılarak yayın evinin Taşkent’teki şubesi tarafından Özbekistan’da 80 bin adet bastırılmış. Basımdan sonra depolama ve dağıtım işi de vârislerine düşmüş. Kutlukhan Bey yayın şirketiyle anlaşarak evini depo, kendini de depo müdürü yaptırmış. Kitapları garaja ve evin odalarına depolamış, sonra da gizlice dağıtmaya başlamış. Kısa süre sonra Özbekistan devlet televizyonunda eser hakkında bir söyleşi olmuş. Vârisler kısa bir istişareden sonra, “sırrımız” artık fâş olmuşken gizlenmekte fayda yok diyerek kendilerini ilân etmişler. Büyük ilgi toplayan bu eser dört defa neşredilmiş, ayrıca Kazakçaya, Tacikçeye ve Uygurca’ya da tercüme edilmiş. Şimdi ise Özbekçe beşinci baskısının hazırlıkları yapılmaktadır.

Tarih-i Muhammedî adlı kitap, adından da anlaşılacağı üzere Peygamberimiz’in hayatını anlatmaktadır. Şüphesiz ki İslâm’ın 1400 küsur yıllık tarihi boyunca Efendimiz’in (sas) hayatı ve faaliyetleri konusunda çeşitli dillerde muhteşem bir külliyat oluşmuştur. Ancak bu eser, fıkhu’s-sire türündendir. Yani tarihî hâdiseler anlatıldıktan sonra yer yer onlardan çıkarılacak derslere de temas edilmiştir. Müellif, Hz. Peygamber’in ümmeti olduğunu ikrar eden herkesin kendi ana-babasını tanıdığı gibi Peygamber Efendimiz’i tanıması gerektiği inancından hareketle bu eseri kaleme almıştır. (Sağunî, Tarih-i Muhammedî, s. 11). Eser ihlâsla yapılmış bir “salih amel” ürünü, Resulü Ekrem sevgisiyle yoğrulmuş bir kalbin semeresidir. Müellifin eserin Hâtime kısmında yapmış olduğu duada söylediği “Ey fazl u kerem Sahibi, Rahman u Rahim sıfatlı, esirgeyen Rabbim! Bu kitapta adı geçen iyi kulların hürmetine, ben garip kulunu yalancı çıkarma, okuyucuların günahlarını bağışla, onları belalardan esirge, imanlarını koruyarak ahiretlerini âbâd eyle. Benden sonra evlâdımı yolundan şaşırtarak beni Resul-i Ekrem’in nezdinde mahcup etme. Onların dinlerini, dünya ve âhiretlerini Sana emanet ediyorum.” sözleri, onun kalbî titreşimlerinin ve dinî hassasiyetlerinin bir göstergesidir. Kısacası kitapta, onun gönlünün derinliklerinde yatan düşünce ve duyguları ifade ettiği görülüyor.

Merhum müellif bu eserini hiçbir vakit yanından ayırmaz, kaybetmemek için çok dikkatli davranırmış. Aile içinde ve arkadaşlarıyla perşembe günleri düzenlediği sohbetlerde devamlı bu kitabı okurmuş. Basımından sonra da kitaba ilgi bir hayli fazla olmuş. Tarih-i Muhammedî’ye olan ilgi okuyuculardan yayıncılara gelen mektuplarda da çok açık ifade edilmiş. Vârisler gerek ilmî ve gerekse dinî çevrelerden eserin kendilerinde güzel bir tesir bıraktığına dâir mesajlar almışlar. Hattâ hapishanelerde bu eseri okuyan bazı mahkûmlar bu eser vasıtasıyla Efendimiz’i tanıyıp namaza başladıklarını ifade etmişler. Şimdilerde “Tarih-i Muhammedî” Özbekistan medreselerinde ders kitabı olarak okutulmakta ve üniversite talebeleri için de “Marifet ve Maneviyat” dersleri için kaynak kitap olarak resmen tavsiye edilmektedir.

Dr. Muhsin TOPRAK

*Araştırmacı-Yazar
mtoprak@yeniumit.com.tr

Kaynaklar
1. Tahir Taner, “Hazan Yıllarında Peygamber Sevgisi (s.a.s)” Yağmur Dergisi, sayı: 31 Mayıs-Haziran 2006.
2. Alihan Töre Sağunî, Tarih-i Muhammedî, Taşkent 1997.
3. Kutlukhan Şakirov, “İki Türkistan Gururu”, Şark Yıldızı Mecmuası, sayı: 7, Taşkent 1993.
4. Yılmaz Polat, “Alihan Töre Sağunî: Türkistan’ın son yüzyılında önde gelen mücadeleci ilim ve devlet adamı”, Altay Dünyası Beynelhalk Jurnalı, sayı 1-2, Bakı 1997.
5. Baymirza Hayıt, Türkistan Devletlerinin Milli Mücadeleleri Tarihi, s. 327-328.
6. http://en.wikipedia.org/wiki/Elihan_Tore

Kaynak: http://www.yeniumit.com.tr

Devami

Türkistan ayrılık pençesinde

Kokand Hnlğda Rus Askerler

Kokand’da Rus askerleri

 

09.01.2014 -Türkistan benim gözümde Muhammed (sav) ümmetinin kuzey vatanıdır. Yani Türkistan ilim, iman ve marifetin vatanıdır. İmam Buharı ve Tirmizi’nin Türkistan evlatları olması sözlerimin kanıtıdır. Ancak tarihte var olan Emevi, Abbasi ve Osmanlı devletlerinin hiç biri Türkistan’a tam manasıyla sahip çıkmadığı gibi, bu vatanın kendisi de tarihte toparlanıp ümmet hazinesinde bir cevher olamamıştır. İşte Türkistan böyle bir garip vatandır…

Günümüzde biz Türkistanlılar İslam ümmetinin merkezdeki (Orta Doğu bölgesindeki) zayıflığı ve dağılmışlığı ile teskin olamayız. Yani bölünen ve ezilen sadece Türkistan değildir diye kendimizi avutamayız. Çünkü bireyler ve topluluklar kendilerini ıslah etmedikçe Allah (cc) ümmetimizi ıslah etmeyecektir…

Sovyetler Birliğinin dağılması biz Türkistanlılar için yeni umutları doğurmuştur. En azından kendimizi tanımak ve durumumuzu değerlendirmek için imkân elde ettik. Zira asırlardır Türkistan hakkında onun evlatları değil, onu istila edenler konuşmuşlardır. Yani Türkistan’in ne olduğunu onun düşmanları tarif ve tayın etmeye çalışmışlardır.

Türkistan hiç şüphesiz İslam’ın vatanıdır. Atalarımız gibi bugün de Türkistanlılar kendilerini Müslüman olarak tanımlarlar. Bağımsızlıktan sonraki dönem de Türkistan’ın yeni devletleri Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da İslam dini ciddi gelişme göstermektedir. Örneğin, Sovyetler döneminde sayısı yüzü geçmeyen mescit ve camiler sayısı bugün on bine ulaşmıştır…

Evet, Türkistan tarihte Kokand, Buhara ve Hive hanlıkları tarafından temsil edildiği gibi bugün beş devlete ayrılmıştır. Yani, ayrılık Türkistan’ın ana özelliği olmayı hale devam ettirmektedir. Peki, bu derdin hiç davası yok mudur?

Allah (cc) bir dert vermişse elbette şifasını da verir. Türkistan’ın dertlerinin devası her zaman olduğu gibi bugün de faydalı ilim, sahih iman, Müslüman halk evlatlarının kardeşliği, güçlü ekonomi ve akıllı siyasettir. Globalleşen bugünkü dünyamızda Türkistan kendi kendine yetmeyebilir, ama öncelikli vazifemiz yinede kendi aramızdaki sorunları yukarıda saydığım “ilaçlar” ile çözmektir.

İslam ümmetinin kalan topraklarında olduğu gibi günümüzde Türkistan Müslümanları da çeşitli gruplara ayrılmıştır. Kimi selefi, kimi hizipçi (Hizbüt Tahrir), kimi de tebliğci olmuştur. Üzerinden Sovyet kimliğini atamayan mahalli devlet yöneticileri ise böyle gelişmeden panikleyerek, (birde dünyada moda olan İslam fobisine uyarak) Müslümanlara karşı şiddet politikasını uygulamaktadırlar.

Sovyetlerden sonraki dönemde ekonomisi şoka olan, dünya değişse bile biz değişmeyiz diyen politikacıların zorbalığı devam eden, jeopolitik açıdan birleşmeye mahkûm olsa bile bunu başaramayan Türkistan halkları ve devletleri günümüzde çetin dini, politik, ekonomik ve sosyal sorunlarla boğuşmaktadırlar. Bu vatanın göz bebeği olan Aral gölü Sovyetlerin pamuk politikası neticesinde kurumuş, çöl olmuş, ahali açlık ve sefalet içinde kıvranmakta, milyonlarca insanlarımız çareyi Türkistan’dan kaçmakta bulmuşlardır…

İşte Türkistan günümüzde böyle bir vatandır..

Günümüzde Türkistan bir devlet değildir. Bugünkü jeopolitik ve başka nedenlerden dolayı Türkistan’in bir devlet olması da önemli değildir. Önemli olan Türkistan halkları ve devletlerinin bütün konularda işbirliğini yola koymasıdır. Öncelikle devletlerimiz arasındaki sınırların, halklarımız arasında insani ve ticari yolların açılmasıdır. Devlet yöneticilerinin birbirlerine yakınlık göstermesi, dış siyasette işbirliği yapmaları da çok önemlidir.

Bizi umutlandıran Doğu Türkistan hariç mahalli devletlerimizin günümüzde bağımsız olmalarıdır. Komşularımızın  yeni  Avrasya (eski Sovyetler Birliği) ve Şanghay işbirliği gibi projeleri tarihi geriye çevirme girişimleri gibi görünse bile, artık taş yerinden oynamış ve Türkistan gemisi yüzmeye başlamıştır. Bize düşen yüz yıllardır kapalı olan yolun açıldığını anlamak ve bu yolda emin adımlarla yürümektir…

Dr. Namaz N. Muhammed

UTD-Der Başkan Yardımcısı

 

Devami

Sovyetlerin Türk boylarını sindirme politikası

06.01.2014
Bundan tam 30 yıl önce 1984 yılında şu makaleyi yazmıştım:
Timur Kocaoğlu, “The Chairmanships of the State Security Committees of the Soviet Muslim Republics” Radio Liberty Research, No. 34 (1984), s. 1-5
[Sovyet Müslüman Cumhuriyetlerinde Devlet Güvenlik Komitesi Başkanları]… Sovyet arşivlerine dayanarak yazdığım bu kısa yazımda, Sovyetler Birliği’ndeki 15 Sovyet cumhuriyetindeki KGB başkanlarının etnik geçmiş bilgilerini inceleyince şu gerçekler ortaya çıktı:
1. Müslüman olmayan Sovyet cumhuriyetlerinin KGB başkanları hep aynı cumhuriyetteki ana etnik gruptan seçilmiştir (Gürcistan ve Ermenistan’da KGB başkanları hep Gürcü ve Ermeni olmuştur)
2. Müslümanların yaşadığı 6 cumhuriyette ise durum şöyledir:
a) Azerbaycan ve Kazakistan her birinde 1955-1984 arasındaki 7’şer KGB başkanından yalnızca 2’şeri Azerbaycan Türkü ve Kazak, ama Kırgızistan’da 6 KGB başkanından yalnızca 1 tanesi Kırgız olmuştur, geri kalanlar ya Rus veya Ermeni olmuştur.
b) Buna karşılık en güneydeki Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan’da ise 6-7 KGB başkanından hiç biri yerli Türk veya müslümandan seçilmemiş, ağırlıklı olarak Rus, Ukraynalı, Yahudi ve Ermeni olmuştur. Özbekistan’da 7 KGB başkanından 3’ü Ermeni olmuş.
*** Bu verdiğim yalnızca KGB başkanlarının etnik milliyetleridir, KGB kurumunda yüksek rütbelerde sürekli olarak Rus veya başka Türk ve müslüman olmayanlar en önemli yerlerde görevlendirilmiştir. Sovyet tarihi boyunca bütün kurumlarda bu aynı Sovyet politikası uygulanmış ve mankurtlaşmış olarak Sovyet ve komünizme sadık bile olsa, bir Türk ve müslümana Sovyet idarecileri güvenmemişlerdir. Zaten, cumhuriyetlerdeki bütün Komünist Partisi 2. sekreterleri Ruslardan (veya Ukraynalılardan) seçilmiştir.
Devami

Ipek Yolu

İpek Yolu, (Arapça: طريق الحرير: Çince: 丝绸之路; Farsça: جاده ابریشم; Rusça: Великий Шёлковый Путь; Kırgızca: Zhibek Zholu) Çin‘den başlayarak Anadolu ve Akdeniz aracılığıyla Avrupa‘ya kadar uzanan ve dünyaca ünlü ticaret yoludur.

İpek Yolu sadece tüccarların değil, aynı zamanda doğudan batıya ve batıdan doğuya bilgelerin, orduların, fikirlerin, dinlerin ve kültürlerin de yolu olmuştur.

Milattan yüzyıllar önce Mısırlılar, daha sonra da RomalılarÇinlilerden ipek satın alırlardı. Ulaşım ise, daha sonra İpek Yolu adı verilen güzergahı izleyen kervanlarla sağlanırdı. İpek endüstrisi, eski çağlardan beri birçok milletin hayatında çok önemli bir yer tutmuştur. Uzak Doğu‘dan gelen ipek ve baharatBatı dünyası için, uluslararası ilişkilerde önemli bir rol oynamıştır. İpek, ayrıca Doğu kültürünün Batı tarafından tanınmasını da sağlamıştır. Doğu’nun ipeği ile baharatınınkervanlarla batıya taşınması, Çin‘den Avrupa‘ya ulaşan ticaret yollarını oluşturmuştur. Orta Çağda, ticaret kervanları, şimdiki Çin‘in Şian kentinden hareket ederek Özbekistan‘ın Kaşgar kentine gelirler, burada ikiye ayrılan yollardan ilkini izleyerek Afganistan ovalarından Hazar Denizi‘ne, diğeri ile de Karakurum Dağları’nı aşarak İran üzerinden Anadolu‘ya ulaşırlardı. Anadolu’dan deniz yolu ile Akdeniz ve Karadeniz (Tirebolu) limanlarından veya Trakya üzerinden kara yolu ileAvrupa‘ya giderlerdi.

Doğudan batıya doğru gelişen bu ticari harekette daha önceki çağlardan beri kullanılmakta olan bir yol şebekesinden yararlanılmıştır. Yoğun bir şekilde ipekporselenkâğıtbaharat ve değerli taşların taşınmasının yanında kıtalar arasındaki kültür alışverişine de imkân sağlayan bu binlerce kilometre uzunluğundakikervan yolları zaman içinde İpek Yolu olarak adlandırılmıştır. İpek Yolu Asya‘yı Avrupa‘ya bağlayan bir ticaret yolu olmasının ötesinde, 2000 yıldan beri bölgede yaşayan kültürlerindinlerinırklarında izlerini taşımakta ve olağanüstü bir tarihsel ve kültürel zenginlik sunmaktadır.

Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra, İpek Yolu’nun hem bir ticaret yolu, hem de tarihsel ve kültürel değer olarak yeniden canlandırılması gündeme gelmiş, bu yol boyunca inşaa edilmiş ve artık kullanılmayan yapıların, yeni işlevler kazandırılarak korunmaları ve yaşatılmaları için çalışmalar başlamıştır.

İpek Yolu çeşitli Türk uygarlıklarının ekonomik kaynağı olmuştur.

Ortaya Çıkış ve Tarih

Orta Asya bölgeleri ile her zaman bağlantılar var olmuştur. Örneğin; Çin ile Avrupa arasında en eski zamanlardan beri, en az Tunç Devrinden beri bağlantılar vardı. İlk zamanlarda maden elde etme ve işleme konusunda bilgi alışverişine ve ticari malların değişimine dayanmış olan bu bağlantılar, diplomatik ilişkilerin kurulmasını ve iki kültürün birbirini tanımasını da sağlamıştır. Ancak, arabulucular yolu ile gerçekleştirilmiş olan bu bağlantılar bir süreklilik göstermemiş, uzun süreli kopukluklar yaşanmış, ticaret ve bilgi alışverişinin uzun bir süre gerçekleşmediği dönemler de olmuştur.

Çin’in batıya doğru genişlemesi, İpek Yolu’nun doğu sınırının tamamen açılmasında önemli bir etken olmuştur. İmparator Vudi (M.Ö. 142–87) döneminde Han İmparatorluğu sınırlarını nerdeyse iki katı kadar genişletmiştir. Sınır tehditlerine karşı düşman bölgelerini istila ederek karşılık veren İmparator Vudi, ordularını kuzeye, güneye ve batıya göndererek birçok devleti boyunduruk altına almış, Hiung-nu zaferi ile de Orta Asya’nın tüm kontrolünü ele geçirmiştir. Vudi’nin birlikleri, Pamir dağlarını ve Fergana şehrini de işgal ederek, Çin ile Batı arasındaki ticaret yollarını açmıştır. İpek Yolu üzerinden gerçekleşen ticaret sayesinde Hun İmparatorluğunun başkenti Batılı seyyahlar ve Batı’dan gelen lüks mallarla dolup taşmaya başlamıştır.

İpek Yolu

Doğuda barışın hüküm sürdüğü zamanlar, Batı bir savaş alanı idi. Romalılar ile Partlar arasında uzun zamandan beri yaşanan sorunlar, birinci Roma İmparatoru Augustus’un diplomatik başarısı ile son bulmuş, iki taraf arasında bir barış süreci başlamıştır. Bu barış süreci, İpek Yolu’nun batı bölümünün daha güvenli olmasını ve Uzak Doğu ile yapılan ticaretin canlanmasını sağlamıştır. Geç Antik Çağ döneminde Doğu Roma, yani Bizans ile Sassani İmparatorluğu arasındaki ticaret Roma-Pers Savaşları nedeniyle büyük ölçüde engellenmiştir.

İpek Yolu, bir diğer yükselme dönemini, Perslerin İpek Yolu üzerindeki hâkimiyetine son veren Tang Hanedanlığı döneminde yaşamıştır. İkinci Tang İmparatoru Taizong, Orta Asya’nın büyük bir bölümünü ve Tarım Vadisini kontrolü altına almıştır. Bizans İmparatorluğu, 7. yy.da Asya’daki bazı topraklarının Müslümanlar tarafından ele geçirilmesiyle İpek Yolu ile bağlantısını ara sıra koruyabilmiş ve uzun süre Doğu’dan gelen malların ana aktarma yeri olarak işlev görmüştür. Tang döneminden sonra İpek Yolu üzerindeki ticaret trafiği azalmaya başlamıştır. Bunun nedeni, Beş Hanedanlık döneminde Tang Hanedanlığı’nda iç istikrarın korunamaması ve ticaret yollarının güvenliğinin azalmasıdır. Avrupa ile Asya arasındaki ticaret veba salgınları nedeniyle de uzun süre askıya alınmış ve gerçekleşmemiştir.

Asya ile Avrupa arasında doğrudan bağlantı kurulmasında, 13. yy.da Moğollar’ın büyük katkısı olmuştur. Moğol istilaları sık ve geniş iletişim çağının başlamasında etkili olmuştur. Bu durum, Moğolların ele geçirdikleri yerlerde sistemlerini kurduktan sonra, yabancılarla iletişim kurarak yönetime devam etmeleri ile gerçekleşmiştir. Bu dönemde Moğolların yabancılara olan misafirperverlikleri sayesinde ticaret yeniden artmıştır.

Ancak, Moğol İmparatorluğu’nun ömrü kısa sürmüş ve 1262 yılında koca imparatorluğun çöküşü başlamıştır. Buna rağmen İpek Yolu’nun doğu bölümünün güvenliği Kubilay Han döneminde uzun süre sağlanmıştır. Çin milliyetçiliği canlanmaya başlamış; 1368 yılında, yabancı egemenliği Moğol kökenlilere karşı saldırgan bir dış politika tutumu izleyen Ming Hanedanlığı dönemini sona erdirmiştir. Moğollar dönemindeki rahatlığa rağmen, İpek Yolu üzerinde yapılan ticaret hiçbir zaman Tang Hanedanı dönemindeki seviyesine ulaşmamıştır. Song Hanedanlığı döneminde İpek Yolu önemini yitirmeye devam etmiştir. Çin deniz ticareti sayesinde Güneydoğu Asya’da yeni pazarların keşfedilmesi ve Arapların koyduğu yüksek gümrük vergileri nedeniyle İpek Yolu daha az tercih edilmiştir.

Erken Yeni Çağ döneminde Avrupalı denizcilerin dünya geneline açılmaları ile İpek Yolu tamamen önemini yitirmiştir. Böylece uzun süren yolculukların ve malın aracılara teslim edilmesinin yerine daha kısa süren ve doğrudan gerçekleştirilen deniz taşımacılığı önem kazanmıştır. İpek Yolu’nun yerini gemiler almıştır. Çinli tüccarlar jonk adını verdikleri gemileri ile Hindistan’a, hatta Arap ülkelerine kadar gidebilmekteydi. Avrupalı tüccarların Çin ile yaptıkları ticaret Song Hanedanı döneminden beri kısıtlanmaktaydı. Bu nedenle, Avrupalıların deniz seferleri ile gerçekleştirmek istedikleri asıl amaçlarından biri de Hitay’a ulaşmaktı.

İlk olarak, 1514 yılında Portekizliler Çin’e ulaşmış ve orada çok canlı bir ticaret başlatmışlardır; ancak bu pazar daha sonra İspanyollar tarafından ele geçirilmiştir. İmparatorluk, 16. yy.dan itibaren, yenidünyada Avrupa kolonilerinden temel fayda sağlayanların arasında yer almaktaydı. Kolonilerde çıkarılan madenin büyük bir bölümü Avrupalılara satılmak amacıyla Çin’e gönderilmekteydi. Ticaret şirketlerinin gemileri Avrupalı soylulara lüks eşya ve sanat eserleri tedarik etmek amacıyla, Doğu Asya’ya ulaşımda İpek Yolu görevini görmekteydi.

Petrol yataklarının bulunması ile İpek Yolu yeniden önem kazanmaya başlamıştır. Yeni yollar inşa edilmiş ve ıssız bölgelere ulaşım kolaylaştırılmış, bölgeler sanayileştirilmiştir. Bunun yanı sıra eski ticaret yolları onarılmış ve turistik amaçlı kullanılmaya başlanmıştır. 32 Asya ülkesinin katılımı ve Birleşmiş Milletler desteği ile Asya uzak ticaret yolları ağı inşası projesi yürütülmektedir. 2005 yılı itibariyle yol ağının yenilenmesine 25 milyar dolar para harcanmıştır

Güzergâhlar ve Doğa

İpek Yolu’nun güzergâhı ile ilgili ilk belgeler Antik Yunan ve Romalılara dayanmaktadır. Tarım Havzası’nın kuzeyinden geçen kuzey rotasını ünlü tarihçi Heredot M.Ö. 450 yılında ayrıntılı bir şekilde tarif etmiş, güzergâh merkezlerine de oradaki yerli halkların isimlerini vermiştir. Heredot’un tarifine göre kuzey rotası Don Nehri ağzından başlayarak ilk olarak kuzeye ve hemen sonra Partların bölgesine doğru doğuya ilerlemekte, oradan da Çin’in batısında bulunan Kansu şehrinde son bulan Tanrı Dağları’nın kuzeyindeki kervan yolu üzerinden geçmektedir.

Güney rotasına ilişkin buna benzer bir tarif bulunmamaktadır. Ancak güney rotası yeniden kurgulandığında, rota Mezopotamya’dan başlamaktadır; fakat bu veri kesin değildir. İpek Yolu Anadolu’da Antakya’da başlayıp, Gaziantep’ten geçerek İran ve Afganistan‘ın kuzeyinde Pamir Ovası’na kadar uzanmaktadır. Ayrıca Güneydoğu Bölgesi’nde bulunan Gaziantep ve Malatya’yı geçip, Trakya üzerinden ve Ege kıyılarında İzmir, Karadeniz’de Trabzon ve Sinop, Akdeniz’de ise Alanya ve Antalya gibi önemli limanlar üzerinden Avrupa‘ya ulaşmaktadır.

Üçüncü bir yol da Mısır ve Mezopotamya rotalarının birleşmesi ile meydana gelen Narmada Nehrinin Hint Okyanusu’na döküldüğü Hindistan’ın liman kenti Bargyzaga şehrine ulaşan deniz ve kara yollarının birleşimi ile oluşmaktadır. Her üç rota da İpek Yolu’nun yüzyıllar süren gelişmesi sonucu ortaya çıkmıştır.

Bunların haricinde İpek Yolu bir doğa yolu olarak var olmuştur. Akdeniz’den Çin’e kadar çöl üzerinden uzanan, yeryüzünde en ıssız yollardan geçip, en susuz ve acımasız arazilerden ilerleyen, bir vahayı bir diğerine bağlayan yollardan biridir. Güneyden gelinip de Taklamakan Çölü’ne ulaşıldığında, yeryüzünün en yüksek sıradağlarıyla karşılaşılır. Bu dağlar sadece, derin uçurumları ve 5000 m. yükseklikleri ile dünyanın aşılması en zor birkaç buzlu geçit üzerinden aşılabilmektedir. Aynı zamanda bu bölgenin iklimi de çok serttir. Sık sık kum fırtınaları meydana gelmekte, sıcaklık yazın 40 °C üzerine çıkmakta, kışın ise -20 °C altına inmektedir. Bu olumsuzluklara rağmen yol, doğu ile batı arasındaki milletlerarası iletişim konusundaki önemini yüzyıllar boyunca muhafaza etmiştir.

Bu yollar, vahaların yanı sıra yollardaki geçiş trafiğinin kontrolünü sağlayan askeri merkezler tarafından da kullanılmıştır. Bölgenin coğrafi özelliklerinden dolayı çok az sabit ulaşım ve ticaret yolu oluşmuştur. Çok hassas olan bu yollarda çıkan en küçük bir çatışma bile doğu ile batı arasında tüm trafiğin durmasına sebep olabilmiştir.

Tarih boyunca çok az insan İpek Yolunun tam uzunluğu olan yaklaşık 6000 km.’yi dolaşmıştır. Ticaret sürekli birden çok ara duraklar üzerinde gerçekleşmiş ve yolun teğet geçtiği bütün uluslar, toptancı olarak kazançlarını en yüksek düzeyde tutmak istemişlerdir. Böylece, rekabet nedeniyle sürekli silahlı çatışmalara dönen kavgalar çıkmıştır. Sadece, 13. ve 14. yy.larda Moğol iktidarı döneminde bütün Asya tek bir yönetim altında toplanmış ve güvenli bir ticaret ortamı sağlanmıştır.

Kültür ve teknik aktarımı

Teknik alandaki gelişmelerin, kültür ürünlerinin veya ideolojilerin aktarımı, ticari mallara göre daha doğal ve kalıcı olmuştur. Ticari, politik, diplomatik veya misyonerlik nedenler ile gerçekleştirilmiş uzak ticaretin bütün türleri farklı toplumlar arasında kültürel değişimi meydana getirmiştir. Şarkılar, hikâyeler, dini düşünceler, felsefi görüşler ve bilimsel bilgiler seyahat edenler yoluyla taşınmış ve güncel kalmıştır. Bunların yanı sıra gıda maddelerinin girişi ile tarımsal değişim de gerçekleşmiştir. Kâğıt üretimi ve matbaa, damıtma gibi kimyasal süreçler, etkili at koşumu ile üzengi gibi önemli buluşlar dünyaya Asya üzerinden yayılmıştır.

İpek Yolu üzerinde dinlerin yayılması

İpek Yolu üzerinde taşınan kalıcı şeylerden biri de dinler olmuştur. Örneğin 4. ve 5. yüzyıllarda Kuzey Vey Hanedanlığı döneminde Budizm, kuzey güzergâhı yoluyla Hindistan’dan Çin ve Japonya’ya gelmiştir. Bazı istisnalar haricinde, Hıristiyanlığın Anadolu’da yayılmasının 3. yy. da Sasani İmparatorluğu döneminin başlaması ile mümkün olduğu kabul edilmektedir. Hıristiyanlık, Orta ve Doğu Asya’da hiçbir zaman hâkim din olmamasına rağmen, İpek Yolu’nu kullanarak Çin sınırlarına kadar dayanmıştır. Moğollar döneminde Yunanlı teolog Nestorius’a dayanan Diofizit hasaba katılması gereken kültürel bir silah olmuştur.

Hıristiyanlığın yayılması diğer dinlerden baskın olan İslam’ın yayılmasına göre daha kısıtlı olmuştur. M.S. 632 yılında Muhammed’in vefatından sonra İslamiyet, Arap yarımadası üzerinde hızla yayılmaya başlamış ve sonraki yüzyılda da eski Roma şehirleri olan Suriye, Mısır ve bütün Kuzey Afrika’da yerleşme sürecine girmiştir. Kısa süre içinde İpek Yolu’nun batı kısmı ve böylelikle Asya üzerinde gerçekleşen ticaret Müslümanların kontrolüne geçmiştir. Pers İmparatorluğu’nun fethi ile genişleme doğuya doğru gerçekleşmeye devam etmiştir. İslamiyet, ilk olarak İpek Yolu üzerinde yer alan şehir merkezleri boyunca etkili olmuş ve daha sonra kırsal kesimlere kaymıştır. Orta Asya, Çin, Bengal ve daha sonra Endonezya’da da askeri veya politik bir girişim olmadan Müslüman yerleşim yerleri oluşmuştur. Pers kökenli olan Zerdüştlük ve Mani Dini de İpek Yolu üzerinden yayılmıştır.

Hastalıkların yayılması

Dinler ve diğer kültürel öğeler gibi hastalıklar ve enfeksiyonlar da İpek Yolu üzerinde yayılmıştır. Uzun seyahat edenler, virüslerin ortaya çıktıkları bölgelerden çıkmasına ve bu virüsler yoluyla ortaya çıkan hastalıkların, bağışıklığı olmayan toplumlarda yayılmasına yol açmışlardır. Bu durum da felaketle sonuçlanan salgınların ortaya çıkmasına neden olmuştur. İpek Yolu üzerinde hastalıkların yayılmasına verilebilecek en iyi örnek 14. yy.da görülen veba salgınıdır. 1330’lu yıllarda Çin’de ortaya çıkan, kemirgenlerden pireler yoluyla insanlara bulaşan aşırı bulaşıcı olan bir veba ortaya çıkmıştır. Bu salgın, uzun bir süre sadece Çin’in güney şehri olan Yunnan’da görülmüştür; fakat 14. yy.ın başında Moğol orduları yoluyla vebalı pireler Yunnan’dan Çin’in diğer bölgelerine taşınmış ve böylece veba, İpek Yolu boyunca çok hızlı bir şekilde yayılmıştır. Veba, Kafa (günümüz Feodosya) şehrinden gelen ticaret gemileri ile Kırım Yarımadası üzerinden geçerek 1348 yılında Avrupa’ya da ulaşmıştır. Asya’dan Avrupa’ya kadar etkili olan ve Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birinin hayatını kaybettiği büyük veba salgını ortaya çıkmıştır. Bu salgın, Ortadoğu, Hindistan ve Çin’de yaklaşık 75 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Özellikle kürk ihracatı salgının hızlanmasına neden olmuştur.

Ticaret

İpek, Batı için İpek Yolu üzerinde taşınan en sıradışı, alışılmadık maddedir ve bu madde yola da adını vermiştir. Ancak, yol üzerinde başka mallar da taşınıp takas edildiğinden, bu kavram ticaret gerçekliğinden uzaktır. Çin’e doğru yol alan kervanlar altın, değerli taş ve cam da taşımışlardır. Ters istikamette de özellikle kürk, seramik, yeşim taşı, tunç, vernik ve demir taşınmıştır. Yol üzerinde malların çoğu değiştirilmiş ve asıl varış noktasına yetişmeden birden çok el değiştirmiştir. İpeğin yanı sıra baharat da Yeni Çağa kadar Güneydoğu Asya’dan taşınan önemli mallar arasında yer almıştır. Baharat sadece baharat ve tadlandırıcı olarak değil, aynı zamanda ilaç, anastezi, afrodizyak, parfüm olarak ve tılsımlı içecekler için de kullanılmıştır.

Buna rağmen ipek en değerli Çin ürünü olarak kalmıştır. İpek dokumacılığının gelişimi, Çin’de M.Ö. de 2. yy.a uzanmaktadır. İpek üreticilerinin eğitimi ile görünmeye başlayan ihracat için fazla miktarda üretim yapılması ilk olarak M.Ö. 3 yy.de “kavgalı imparatorluklar döneminde” gerçekleşmiştir. Avrupa’da en eski Çin ipeği M.Ö. 6 yy.ye dayanan Kelt Prensliği kazılarında bulunmuştur. O zamanlar ipek Batı’da oldukça nadir bulunan bir madde olup, Roma İmparatorluğu döneminde kürk ve cam gibi lüks eşyalar arasında sayılmıştır. Sadece zamanın en zenginleri bu pahalı maddeden kayda değer bir miktarda sahip olabilmiştir.[1]

Ticaretin Organizasyonu

Ticaret yollarının güvenliği büyük tehdit teşkil etmekteydi. Korsanlar, Çin’den Mısır’a kadar kervanları rahatlıkla yağmalayabilecekleri dar geçitlerde kervanlara saldırmaktaydılar. Bu yüzden, Han İmparatorluğu kervanlarını özel savunma birlikleri ile donatmış, güzergâh bölümleri boyunca da Çin Seddi’ni inşa etmiştir.

Kıtalararası gerçekleşen bu ticaretin organizasyonu oldukça karışık ve zor olmuştur. Yüz binlerce hayvan, çok sayıda çoban ve tonlarca ticaret malının bir araya getirilmesi ve hareket ettirilmesi, insanların ve hayvanların bu uzun yolculuklarda, zorlu coğrafi ve iklim koşullarında hayatta kalmalarının sağlanması gerekmekteydi. Ancak bilindiği gibi tüccarlar mallarını satmak için tüm yolu gitmiyorlardı ve ticaret birden çok ara tüccar (komisyoncu) aracılığı ile gerçekleştirilmekteydi. İpek Yolu’nun sonunu uzun bir zaman Partlar, daha sonra Sasaniler kontrol etmiştir; bu dönemlerde, Orta Asya’da mal değişimine hâkim olanlar, göçebe kökenliler idi. Önemli bir taşıma aracı olarak da Orta Asya’da yaşayan çift hörgüçlü develer kullanılmaktaydı. Bu develer tek hörgüçlü develere göre sıcağa daha dayanıklıydılar ve kış derileri vardı. Böylece, yükseklikleri arasında büyük farklılıklar olan bozkır ve dağlık bölgelerde sürekli görülen kıta iklimsel büyük sıcaklık değişimlerine daha uygundular. Aslında, develer ticari ilişkilerin başlamasından bu yana kullanılmaya başlanmıştır.

İpek Yolu üzerinde kıtalararası takas

İpek Yolu üzerinde sadece baharat, ipek, cam ve porselen gibi mallar taşınmamış, bu yol üzerinde yapılan ticaret yoluyla din ve kültür de kıtalararası yayılmıştır. Böylece, Hindistan’da doğan Budizm İpek Yolu üzerinden Uzak Doğu’ya, Çin’e ve Japonya’ya kadar yayılmış ve orada hâkim din olmuştur. Bugünkü Xi’an (Şian) şehrinde bulunan bir tablete göre, Hıristiyanlık İpek Yolu üzerinden zamanın Çin’in başkentine kadar yetişmiştir. Bunlarin yanı sıra bu yol Türklerin dininin, ŞamanlığınMani Dini‘nin, Mazdehizm’in ve daha sonra İslamiyet’in yayılma ortamı bulduğu bir yol, bir bölge olmuştur. Kâğıt ve barut bilgisi yine İpek Yolu ile Arap ülkeleri üzerinden Avrupa’ya gelmiştir.

İpek Yolu’nun günümüzdeki önemi

Günümüzde İpek Yolu daha çok turistik bir öneme sahiptir. Batı, İpek Yolu güzergâhı üzerindeki Doğu Mistisizmini kitaplar yoluyla tanımaya başladıktan sonra Batı’nın Doğu’ya olan ilgisi ve buna bağlı olarak turistik faaliyetler artmıştır. Özellikle, “Marco Polo’nun izlerinin peşinden” adı altında düzenlenen gezilerle bölgeye sürekli daha fazla turist gelmektedir. Çin, yabancı turistlere kapılarını 1970’li yılların sonlarına doğru açması ile büyük turizm potansiyelinin hemen farkına varılmış, İpek Yolu üzerinde bulunan görülmeye değer birçok yer ve kültür anıtı restore edilmiş ve resmi makamlarca koruma altına alınmıştır.

Ülkemizde de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Anadolu güzergâhı üzerinde bulunan 11 kervansaray restore edilmiş, turizm amaçlı hizmetler sunabilecek hale getirilmiştir. Bu hanlar;

  1. Sultan Hanı (Aksaray)
  2. Sarı Han (Nevşehir)
  3. Şarapsa Han (Antalya)
  4. Ak Han (Denizli)
  5. Ağzıkara Han (Aksaray)
  6. Alara Han (Antalya)
  7. Silahtar Mustafa Paşa Kervansarayı (Malatya)
  8. Çardak Han (Denizli)
  9. Susuz Han (Burdur)
  10. İncir Han (Burdur)
  11. Alay Han (Aksaray)

Yapılan arkeolojik kazılar ile İpek Yolu üzerinde sürdürülmüş olan hayat araştırılmış ve ortaya çıkarılmıştır. Taklamakan Çölü üzerinde yapılan seyahatlerde sürekli şehir harabeleri ve mağara kalıntıları karşımıza çıkar. Güzergâh üzerinde yaşayan halklar ve günümüze kadar korunmuş olan yaşam tarzı en ilgi çekici olan noktalardır. Günümüzde pek çok turist Budizm’in Japonya’ya varana dek geçmiş olduğu ülkeleri görmek amacıyla Japonya’dan gelmektedir. Taklamakan bölgesinde seyahat yapmak iklim ve coğrafi özelliklerin sunduğu bazı kolaylıklara rağmen günümüzde hala neredeyse eskisi kadar zahmetlidir.

İpek Yolu üzerindeki son demir yolu parçası 1992 yılında, Almata – Urumçi arasında uluslararası hattın açılması ile kapatılmıştır; fakat buna rağmen Pekin – Tahran veya Pekin – Moskova arasında düzenli tren seferleri ya da sabit aktarma bağlantıları bulunmamaktadır.

Günümüzde Asya ile Avrupa’yı, daha somut bir ifadeyle 28 ülkeyi birbirine bağlayan 114 bin kilometrelik Trans-Asya Demir Yolu Ağı ile 141 bin kilometreyi bulan Asya Hızlı Demir Yolu ağı projeleri yürütülmektedir. Bu projeler bölgenin ekonomik ve ticari gelişmeleri ile stratejik bütünleşmesini açısından büyük öneme sahiptir. Bu projelerin Türkiye için de önemi büyüktür: Türkiye’nin ‘doğu batı arasındaki tarihi köprülük’ misyonu için büyük önem arz eden Bakü-Tiflis-Kars demiryolu projesi tamamlandığında da Londra’dan kalkan bir tren Çin‘e kadar gidebilecektir.

http://tr.wikipedia.org/wiki/İpek_Yolu

Devami